Dokuzuncu Buluşma… 2016

Bir yıl daha geçti. Yeniden ağaçlarla, dağlarla, yollarla kısacası tabiatla buluşma vakti geldi. 19 Mayıs Perşembe günü sabah saatlerinde vardık Sivas’a. Hüsamettin aldı bizi havaalanından. Mutat olduğu üzere sabah çorbamızı içmek için çarşıya indik. Karar; Lezzetçi. Mahmut da oraya geldi. Çorbaları içip biraz muhabbetten sonra dinlenmek üzere evlere dağıldık.

Öğleden sonra Ali Polat’ın evinde buluştuk. Yeni evi demeliydim belki. Zira eski evlerinin yerine bir apartman yapıldı. Ali de kendine düşen daireye yerleşecek yakında. İstanbul’dan Sivas’a dönecek.

Evdeki kısa muhabbetin ardından “etli etmek döktürdük”. Harika bir öğlen yemeği. Üstüne çay. Bugünlük bu kadar yeter, yol yorgunuyuz. Daha önümüzde dolu dolu 3 gün var.

20 Mayıs Cuma. Niyetimiz Tecer Dağları’na doğru gitmek  ve Tecer Irmağı’nın çıktığı civarı gezmek. Kim bilir belki de hayatımızda ilk defa bir ırmak nasıl doğar gerçekten göreceğiz.

Yola Hüsamettin’in arabasıyla çıktık.  5 kişiyiz. Mahmut ve Ömer yok bu ilk günde. Bildik yollardan ilerlerken Taşlıdere civarında bir Gulliver Ülkesi’ne rast geldik. Kim neden inşa etmiş bilmeyiz tabi. Ama sevdik.

Ardından anayoldan sapıp şiirimsi bir yolu takip ederek Tecer silsilesinde bir dağa tırmandık.

2016_tecer1

Yol bizi tam da hedefimize getirdi. Muhtemelen Tecer Irmağı’nın kollarından birinin kaynağına. Bunu beklemiyorduk açıkçası. Ama oradan, dağın eteğinden öylece kaynıyordu işte.

Yumuşacık, içimi harika bir su. Ardından bu suyun akışını izleyerek bir vadiyi geçtik. Yol boyunca pek çok eski su değirmeninin yıkıntısını gördük. Mithat’ın babası Abdullah Amca bir zamanlar bu suyun 13 değirmeni çevirdiğini söyledi. Sonradan başka bir kaynaktan bunu teyit eden harika bir hatıra okudum. Yazımın sonunda bulabilirsiniz bu hatırayı.

Patikamız bizi bir zamanlar bir yerleşimin olduğu ama artık sadece yıkık duvarlardan ibaret olan bir yere getirdi. Sonra tatlı bir muhabbet eşliğinde başlangıç noktamıza döndük.

İçimizden hangi arkeoloji meraklısının aklına geldiyse dedi ki buralarda bir Hitit yerleşim yeri varmış. Hemen akıllı telefonlara müracaat ettik. Evet hakikaten Larissa adına bir alan varmış. Ve istikamet orası.

Yolda jandarmalara sorduk tam yerini. Cevap çok güzeldi: “Şu yoldan gidiliyor ama gidip ne yapacaksınız ki? Taş, kaya, başka bir şey yok”

O yoldan gittik. Eski bir Hitit “köyü”nü gezdik. Kapılarıyla, tünelleriyle, bir zamanlar insanların yaşadığı evleriyle.

Sonra dönüp ertesi gün için hazırlık yaptık. Ertesi gün, büyük gün.

Bu kez hedefimiz Darı Çimen yaylası. 180 km’lik yolu 2-2,5 saat gibi bir sürede aldık. Derhal hazırlık ve ardından sağlam bir kahvaltı. Kahvaltı sonrası yapılacak şey belli. Gelirken gördüğümüz o şelaleye çıkmak.

Hiç bir ekipman kullanmadan sadece muhabbete güvenerek saatlerce yürüyüp tırmandık. Şelaleye ulaştık.

Özellikle Mithat pert oldu. Dönüş çok daha zordu. Kamp yerine ulaştığımızda kimsenin yerinden kalkacak hali yoktu ama. Ama karnımız açtı ve geleneksel sac kebabı pişmeliydi.

Son bir gayretle o işi de hallettik. Üstüne içilen çaylar yorgunluğu alıp götürdü.

Daha dönüş yolunda 2017 için plan yapmaya başlamıştık.

EK:

Aşağıdaki yazı Kirkor Demirciyan adlı hemşehrimizin Sivas Postası gazetesinde yayınlanan anı-mektuplarından alınmıştır:

“TECER DAĞI GICIM GICIM GICILAR”

Kıtlık yıllar. Yokluklu, çaresiz yıllar. Aç açık yıllar.

Ekmek kazanmak zor, bulmak zor. Giysiler kırk yamalı. Kardeşlerimiz ile değişik giymeye elbise bulmak bile çok ama çok zor.

1940’lı , 1950’li yokluklu zamanlar.

Babam BEDROS USTA çırpınıp dururdu garibim. Horanta (aile) aç kalmasın diye günde iki iş tutardı. Anam MANUŞAK kadın da hakeza çalışır didinirdi.

Babam DEĞİRMEN tamir eder, TAŞ DUVAR örer, gâh amele gider bostan beller, gâh dam aktarır, gâh usta giderdi. Yeter ki evimizin kışlık iaşesi temin edile idi.

Size şunu demek isterim ki hemşehrilerim, yokluk zamanlarında bilem babamın bir defa olsun yüzü ekşimez, umutsuzluğa kapılmazdı. Anam kurban olduğum, biraz kaygılanırdı amma, babam hep umutlu idi.

Ben babama çekmişim. Ben dahi dünya görmüş, iş yapmış, başarılı olmuş, iş yerleri kurmuş velâkin feleğin çemberinden geçmiş bir kocamış olarak umudum her zaman beni diri eyledi.

Yine bir güz vakti. BEZİRCİ MAHALLESİ’ndeki evimize haber getirdi komşularımız. ULAŞ’taki değirmenlerden haber gelmiş, değirmen ustası “Hoo günüdür (kıyamet günü), BEDROS USTA durmasın gelsin değirmenlerin alayının ayarı bozuldu, biz işin içinden çıkamadık” diye.

Bu ajansı duyan babam gururla bir tebessüm eyledi. Evimizdeki ot yastığa şöyle bir sırtını dayayıp, SUŞEHRİ SİS’ten armağan gelen gümüş tabakasından kaçak tütünü çıkarıp kalınca sardıktan sonra, “hele bir Bedros Usta görsün değirmenleri, şak diye ayarlar” dedi.

Anam kurban olduğum, KİRKOR’u da götür dedi. Zaten biz ERMENİ milleti çocukları küçükken ustalığa meylettirir ki, büyünce aşını kendi bulsun diye.

Muhtelif vasıtalarla ULAŞ’a vardık. O zamanlar tam 7 tane değirmen vardı. Babam değirmene hemen girdi. Ustalarla sohbet etti. Anladım ki bir 10 gün burada eğleşecektik. Benim ve babamın da canına minnet. Hem kışlık un bulgurumuzu alacaktık hem de elimize birkaç kuruş para geçecekti. Bana da eğlence çıkmıştı.

Babam iki gün uğraştı ve değirmenlere ayar verdi. Ahali civar köylerden gelmiş bekleşmekte idiler.

Değirmenin bir göz küçük odacığında kalmaktaydık. Değirmene ilk girişte kocaman bir adam dikkatimi celbetmişti. Herkes ona ZOBU DAYI demekte idiler. Üç adam kalınlığında, iki metreye yakın boyu ile masallardaki dev zannetmiştim. Yaşlı olmasına rağmen bir koca çuvalı alıp değirmenin ağzına tek başına dökmekte idi. Türk Sinemasındaki HULUSİ KENTMEN gibi bıyıkları vardı. İlk görünüşte korkutucu olsa da tatlı bir insan evladıydı. Yakın bir köyde yaşarmış, güzün ise birkaç ay değirmende amelelik eder ustalara yardım edermiş.

Çok ilginç bir hayatını anlattı değirmenci HARUT USTA. Şöyleymiş; ZOBU DAYI hanımı ile bu TECER DAĞI böğründe ev yapmak için taş sökermiş. Yağmurlu sisli bir gün sökülen taşlar mı neyim kaymış hanımının üzerine. ZOBU DAYI sırtlamış ULAŞ’a, oradan da SİVAS’a, lakin kurtaramamış kadınını.

Hatta ZOBU DAYI bazen efkârlanınca ellerini açar TECER DAĞINA “kargış” verirmiş. “TECER TECER, Ocağın bata, kapın kitli kala, bağrın taş kese” diye.

Babam Bedros Usta hem değirmenlere ayar veriyor he mi de işin sıklığı nedeni ile yardım etmekte idi. Ben de dolaşıyordum dağlarda bayırlarda.

Değirmenin etrafı bir panayır gibi idi. Köme köme insanlar öbeklerle oturmuş sıralarını beklemekte idiler. İki gün de değirmenler bozuk olduğu için sıra da birikmiş idi.

Öküzleri bağlamışlar, eşekle gelen at arabası ile gelen derken panayır yeri idi.

Koca TECER DAĞI panayırı kurulmuştu sanki.

Çuvallara dayanıp uyuyan yaşlılar, bağdaş kurup yemek yiyenler, elbiseli yamalı, masallarda gibi yaşayan insanlar.

Beni de çok severlerdi garipler. Başımı okşar, kıt kanat sofralarına beni buyur ederlerdi.

Şimdi AMERİKA’da birkaç çeşit sofraya oturunca yüzüm kızarmakta, ar edinmekteyim. Sanki dizi dizi yemekleri görünce geçmişime ihanet eder gibi hissetmekteyim kendimi. Yaşım 80’i geçti, inanır mısınız SİVASLI hemşerilerim, bir iki çeşit yemekten başka yemeğe kaşık vurmadım. Sıra sıra dizili tabaklara kaşık vurmayınca kızım “BABACIĞIM HALA SİVAS’ında” der.

Gece çok amma çok gizemli olmakta idi. TECER DAĞI’NA vuran ay gizemli olur, bir senfoni gibi börtü böcek ile ünler idi adeta.

Değirmende “keşik” bekleyenler gece köme köme ateş yakarlardı. Kara kara tencerelerde, tereyağlı bulgur pilavı pişirirlerdi. Lavaş ekmek arasına koyup bana da vermekte idiler. Bırakınız azizim 5 yıldızlı otelleri, bu pilavı pişiren görmedim daha ben.

Tecer Dağı yakını köylerden KÜPELİ köylüler var idi hatırlamaktayım. Bağdaş kurup akşam yemek yiyip değirmen sırası gözetmekte idiler. “KÜPELİ ÇÖREĞİ” dedikleri bir ekmek verdiler bana tadı enfes idi. Su ile yesen bile et yemiş gibi olurdun. Şimdi aynı çöreği yapmaktalar mı bilmem, ancak bildiğim dünyanın en güzel çöreğidir bence.

Peynir koyup arasına yerlerdi. Hatta babamı çağırdım “baba biraz daha çörek iste ben utandım dedim”, babam “oğlum utanmana hacet yok git iste hepsini bile verirler” dedi. İstedim yine verdiler yedikçe yedim ben.

Çok eğlenmekte idim geceleri. Köme köme ateşler yanıyor ve ben her kömeyi gezip görüyor, TANRIMIN verdiği arşiv gibi hafızaya bunları kayıt ediyordum.

Hepsi fakir idi. Elbiselerinde çokça yamalar vardı. Sofralarında bir pilav bir ekmek veya peynir, bilemedin bir horoz amma herkes bir birine bir şeyler vermekte idiler.

Alevi, Sünnü, Kürt, Türk, Ermeni, Çerkez herkes vardı ve kimse buna bakmaz ekmeklerini bölüşür idiler. Tanrım, DÜNYA mutlaka ANADOLU’yu araştırmalı, örnekler almalı bence.

***

Geleli birkaç gün olmuş idi. İnsanlar harıl harıl un öğütmekte idiler. Ben de geziniyordum. Kurban olduğum Babam Bedros Usta hem değirmenlerin ayarını gözetliyor hem de yardım ediyordu.

ZOBU DAYI’yı da çok sevmiştim. Çok komiklikler yapar beni güldürürdü. Koca adamdı ama şakacıydı. Bazen de yüzü sirke satardı, çok korkunç olurdu. NAMAZ vakti gelince küçük odaya girer, yeşil takkesini itina ile başına örter namaza geçerdi. Bir vakit bile geçirdiğini görmedim. Un akıp taşsa da ZOBU DAYI namaz anında dünyadan çekilip başka aleme dalar gibiydi.

Hatta HARUT USTA, gizli gizli az şarap içerdi. ZOBU DAYI’ya ayıp olmasın diye şarabı odada tutmaz, değirmenin en kıyısındaki bir yere “külek” içine saklardı. Gidip orada içerdi.

Gecenin geç vakti yaşlıca bir amcaya “keşik” gelmiş idi. Yaşı ilerlemiş, beyaz sakalına bir de un bulaşınca daha beyazlamıştı. Beli bükülmüş bir koca kişi idi. Değirmen de uğul uğulduyordu. Sakin bir amca idi. Çuvalına un dolduruyordu külekle.

Değirmen taşı döndükçe de bir ritim ile mırıldanmakta idi. Yanına yaklaştım. Amca bir ritim eşliğinde değirmen taşı ile birlikte “Allah, Allah, Allah” diye söylemekte idi.

Babama vardım çağırdım yaşlı adamı gösterdim. Babam gülümsedi “O” dedi “TEKKE KÖYÜ’ndendir. Hâl ehli kişidir. TANRI’yı anmaktadır” dedi.

Ben de “MÜSLÜMANLARIN ulu kişisi midir?” dedim. Yok oğlum garip bir derviş, kimseye zararı olmayan garip bir adam” dedi.

Bu TEKKELİ amca bana da bakar başımı da okşardı. Ertesi vakit sabahın kör karanlığında bir ezan sesi ile uyanmam bir oldu.

Çok yanık, titrek bir ses o kadar güzel etrafa yayılıyordu ki. Usulca odadan çıktım vardım baktım ki, “SEKLEM ÇUVALININ” üzerine çıkmış sabah ezanı okumakta.  İlk defa böyle içten bir ezan duymuştum. Tir tir titredim. Bu yaşlı adama saygım daha da artı. Sonra arkasına bir düzine kadar adam geçti namaza durdular. Tabi ki koca 70’lik ZOBU DAYI da yine yeşil takkesi ile hazırdı.

Yaşlı yaşlı adamlar, bir gece gölgesi gibi namazlarını kıldılar. Sonra da oldukları yere, çuvalların arasına uzandılar. TEKKELİ AMCA ise uyumadı sanırım ve yine değirmen taşı dönerken söylediği “ALLAH, ALLAH, ALLAH” kelimesini tekrar edip durmaktaydı.

Sabah, kağnılara unları yüklediler. Köyleri Tecer Dağı’na yakınca idi. Ben de yanlarına vardım. İhtiyar Amca yüzüme baktı. Yanağımı sıktı ve sonra birkaç kağnı gıcılaya gıcılaya TEKKE KÖYÜ’ne doğru yol aldılar.

Değirmen çalışıyor, sırası gelen unlarını öğütmek için çabalıyordu. Değirmenin önünde birden bir kavga gibi bir karışıklık oldu. Ellerine değneklerini alan KÜPELİ Köylüler ile ZARA CENCİN KÖYÜ’nden gelen iki kardeş kavgaya tutuşacaklardı.

İki kardeş sırt sırta vermiş savunma halinde ve etraflarında bir on kişi kadar da insan var idi.

Suç kimde bilemeyiz amma, değirmen sırası için bir kavga kopacaktı ki, babam bir ceylan gibi atlayıp ZOBU DAYI ile birlikte kavganın ortasına girip, araladılar kalabalığı.

ZARA CENCİNLİ iki kardeşi alıp odaya getirdiler. Bu iki kardeş ULAŞ Köylerinde birkaç ay azaplık etmişler ve haklarının karşılığı buğdayı alıp, üğütüp köylerine götürmeyi murat etmişler, onu öğrendim. O esnada keşik anında kavga oluşmuş. Babamların araya girmesi ile niza çözülmüş oldu hemşerilerim.

Vakit geçmedi ki BAHARÖZÜ Köylüleri ile KARASAR’Lılar da bağırıştılar. Yaşı 70’i geçmiş baş usta HARUT, çıkıp dışarı bağırdı. “Aha değirmeni kapatıyorum. Un üğütmüyorum, bıktım” dedi. BAHARÖZÜ Köylülerine çıkıştı. “Hakkınıza rıza gelin sıranızı bekleyin, uyanıklık edip KARASAR’lılar’ın sırasını almayın” dedi. “GEVEN KÖYLÜLERİ” de araya girip ahaliyi sulh ettiler.

Yine o arada KANGAL’lılar da bir birileri arasında nizaya girişmezler mi? Usta yine çıkıp bağırdı onlara ki “RUHSATİ BABA gibi bir gönül ehlinin evlatlarına yakışıyor mu bu?” dedi.

ZOBU DAYI hem amelelik yapıyor, hem de  “hak” alıyordu. Buğdayların içinden “ölçek veya çinik” gibi ölçü gereçleri ile değirmen hakkını alıyordu. Ölçüye tartıya çok titiz idi. Şimdi öyle insanlar kaldı mı ki? Ben de onu izler idim. O hem buğdaylar içinden değirmen ücreti olan “hak” alıyor hem de mırıldanıyordu.

Her “hak” almasında derdi ki; “Allah’ım beni bana bırakma”. Bu bilge sözü akşama kadar belki yüz defa söyler idi. “Allah’ım beni bana bırakma, Allah’ım beni bana bırakma”

***

Ben ULAŞ TECER DEĞİRMENLERİNE alışmıştım. Bazen de “mazaratlık” yapar öküzleri huylandırırdım. Bir gün öküzleri otlayanlar ile gölün yanına gittim. Öküzler orda otluyor ben de dolaşıyordum. Gölün öbür yanında koca koca kuşlar dolaşıyorlardı. Öküzleri otlatan ağabeyler bunlar “TURNALAR” dediler. Buradan göçeceklermiş.

Öküzleri otlatan amcanın biri TURNALARA çok hürmetkârlık eyledi. Amca ALEVİ idi. Bunlar dedi “Ali Efendimizin avazıdır” dedi. Ürkütmeyelim dedi.

O günün gecesi ay DOLUNAYDI. Ay bark bark etmekteydi. Değirmen çalışıyor herkes sırasını bekliyordu. Birden gökte beyazımsı bir duman göğü kapladı. Ortalık karanlık gibi oldu.

Herkes çok korktu. Neredeyse ay kaybolacak gibi oldu. Değirmendekiler bile koşarak dışarı çıktılar. Babam BEDROS USTA koşup beni tuttu sarıldı. “Büyük TANRIM sen koru, bizi İSA Efendimiz yardımcımız olsun görmediğimizi gördük” dedi.

Orada bulunan diğer insanlar da çok korktular. SALAVAT getirenler oldu. KANGAL köylerinden bir gurup içinden biri değirmenin duvarı üzerine çıkıp EZAN okudu. Ay neredeyse kayboldu. Kıyamet kopuyor dedi herkes. ÖKÜZLER huysuzlandılar.

Ben de bu yaşananları bir bilim insanı gibi hafızama kaydediyordum. Bu durum 1 saat kadar devam etti. AY açıldı. Nerdeyse yirmi kadar insan şükür namazı kıldılar.

ZOBU DAYI bir tek heyecanlanmadı. Benim kalınlığımdaki elleri ile Hulusi KENTMEN bıyıkları ile oynayarak tebessüm etmekteydi.

***

Sabah yine gölün yanına çıktım gidenlerle. Onlar öküz yayıyorlar ben de geziyordum. Soğuk sulardan içtim. Öküz yayanlar bana “KİRKOR, amma da şeremet uşaksın, bıldır yokdun olsaydın keşke” derler gülerlerdi.

Yamaçta bir sürü koyun geliyor, iki çoban da yanı başlarında idi. Aslan gibi iki tane de Kangal Köpeği vardı. Bu sürü gece gündüz dağda kalmakta ve bu sürüye de “yoz” denilmekteydi. Varıp çobanlarla konuştum hemen. Beni sevdiler.

Sürünün ardında bir eşek vardı. Doğum yapmak üzereydi. Koşup vardım yanına. TANRIMIN bir mucizesi gerçekleşti ve eşeğin doğumu izledim. Kara bir eşek kendi gibi kara bir “kerik” (sıpa) doğurmuştu. Biraz sevdim. Dünyanın en güzel gözleri eşeklerde zannımca.

Değirmenlere dönünce babama anlattım çok güldü kurban olduğum Bedros Usta.

Gün batımına doğru yamaçtan bir kağnı konvoyu görüldü. Gelenler TONUS’un birkaç köylerinden imiş. Gelip kondular yüklerini yıktılar. Yaşlısı, genci vardı. Genç olanları öküzleri su başına otlatmaya götürdüler. Diğerleri çöktüler sağa sola.

Elleri nasırlı, belli ki rençperler. Yamalı elbiseleri vardı. Tencere altına ateş verip bulgur pilavını yaptılar. Tandır ekmeği çıkarıp yediler. Bana da okkalı bir lavaş içine pilav koyup verdiler yedim. Bir de kaymaktan yaparlarmış, adı da “kömbe”. Bir tane aldım ağzıma aman TANRIM geçmedi boğazımdan. Yutkundum durdum. Sanki boğulmak üzereydim. Benim bu halime çok güldüler, hemen su verdiler, kömbe boğazımdan zor geçti. Adına “kömbe” derler amma bence adı “adam boğan” olmalı, az kalsın boğuluyordum.

Gece oldu. Nerden nasıl çıktı meydana, bir saz çıktı. Çalıp söylediler. Bir elli kişi desem mübalağa olmaz.

İçli türkü söyleyen aşık ve “of” çeken insanlar. Şimdi bilirim ki bu insanlar yokluğa, çaresizliğe, garibanlığa of çekerlermiş.

SAZ sustu. Sohbet başladı. KERTME Köylü imiş, mukallit, yaşlıca kişi dedi ki, “burası değirmen meydanı değil kıyamet meydanıdır ahali. KEREM bile bu değirmenlerde bir zaman suculuk eylemiştir” dedi. Hatta KEREM türküleri dillendirdi ki yanık yanık.

Koşup vardım babama sordum gece vakti. “Baba KEREM ne ki?” Dedi ki “Bir hak aşığıdır oğul”. “Peki” dedim “burada eğleşmiş midir? yaşlı amca onu dedi” dedim.

Babam da yaşlı kişi öyle diyorsa doğrudur oğlum. “Halkın terazisi doğru tartar” dedi.

Sabah uyurken bir gürültü kopuverdi. Yekindim kalktım, dışarı koştum. DARENDE ve GÜRÜN’den dört tane çerçi gelmişti. Bir “çinik buğdaya” dünya bir öte beri vermekte idiler. Dut, pekmez, kuru.

Ahali akın etti aldı. Panayır dedim ya öyle oldu. TONUS köylerinden gelenler daha çok aldılar. Bu adamlar neden çok aldılar dedim ZOBU DAYI’ya. O da “TONUS köylerini bilirim, dayım taraflarıdır. Mileves (düzensiz, tembel) insanlardır. Sadece iki ay ekin eker biçerler, diğer zamanlar duvar diplerinde gölgeyi kollarlar. Ellerinden bir iş pek gelmez. Birkaç söğüt dikerler su kenarına o kadar, çalışmazlar, yatarlar” dedi.

ÇERÇİLER neredeyse bütün getirdiklerini sattılar. Eşeklerini “örklediler”. Hemen birine bindim izin alıp. İki çerçi abdest alıp namaza durdu hemen. Dikkatimi celbeden namaz kılanların hemen hepsi namaza durunca etraflarında olan biten onları ilgilendirmiyordu. Kalabalık şamata da olsa, sanki kulaklarında pamuk varmış gibi sessizce namazlarını eda etmekte idiler. Bu dikkatimi çok çekmişti. Hatta namaz kılan bir çerçinin başındaki şapkasını rüzgâr götürdü ama o aldırmadı namazına devam etti. Bu namaz kılan adamları Tecer Dağı’nın koca koca kayalarına benzetmekte idim. Namaza durunca kaya gibi sessiz olurlardı.

Ben aklımca “TANRILARINA saygıları büyük” derdim. ÇERÇİLER sonra “PATRİKİN KÖYÜ”ne doğru yol aldılar.

***

Bir akşamüzeri koca TECER DAĞI’na yine bir duman aktı. Ardından ince, hızlı bir yağmur indi ki sormayın. Hakikaten de HARUT USTAM’ın anlattığı gibi zuhur eyledi ki, ZOBU DAYI alelacele kapıya çıkıp TECER doruğuna yöneldi ve hiddetli hiddetli bağırmaz mı: “TECER, TECERRRR ocağın bata, kapın kitli kala, bağrın taş kese”

TANRIM HOLYWOOD filmi gibiydi. SİNEMA filmi. Sonra ZOBU DAYI odaya kapandı az müddet. HARUT USTA “ilişmeyin sual sormayın O’na” dedi.

O vakit çocuktum anlayamadım ve de ağlayamadım. Aha bu yazıyı kaleme alırken ZOBU DAYIMA ağlamaktayım hemşerilerim.

TECER DAĞI geceleri de çok ilginçti. Dolunayın ahlat ağaçlarından süzülen ışıkları da rengârenkti. Ötede beride yanan çoban ateşleri, köpek havlamaları ve Kulmaç Dağları gözükmekte idi. TECER DAĞI sanki bazen ses verir, esen rüzgâr ile gıcım gıcım gıcılardı.

TANRININ yüceliğini, kudretini, büyüklüğünü o dağın doruğunda ilk defa tatmıştım ki, bu güzelliğin sahibi o idi.

Günler “anasının koynuna dürülmüş” on birinci güne girmiştik. Kışlık unumuz, ahlat ağaçlarından topladığım taş armutlar, koyun peyniri ve bulgurumuzu alıp döndük SİVAS’a.

TECER DAĞI, HARUT USTA, ZOBU DAYI ve onlarca civar köy yine oradaydı ve yaşam devam etmekteydi.

TANRIM’ın verdiği hafızam sayesinde bunları size anımsatmaktayım hemşerilerim, kalın sağlıcakla.