Göç Kızı

-I-

Kardeşler dağının soğuk, kuru ve kekik kokan nefesi, o gün biraz daha hırçındı. Önce Kızılırmak’ın pul pul derisini, ardından ırmak boyunca sıralanmış iğde, söğüt ve kavak ağaçlarının yapraklarını şöyle bir yalayıp geçmişti. Günün doğması yakındı. Şehir ekşimiş bir uykunun kollarında kıvranmaktaydı. Yuvalarına dönmekte gecikmiş kimi gece kuşlarının çığlıkları, bir kaç saattir süren huzurlu sessizliği bozuyordu. İkiztepeler’den inen serin dağ meltemi insanın içini ürpertiyordu.

Hamit, gene uyanıktı. İki katlı ahşap evinin balkonunda, bu fecr-i kâzib karanlığında, elinde büyük bir bardak çay, Kızılırmak tarafına dönmüş, bakışları sonsuzlukta öylece durmaktaydı. Kendini bildi bileli erken kalkardı. Sabahın erken saatlerini uykuda geçirenlere acırdı. Sabah, günün en güzel zamanıydı. İnsan tüm duyguların en safını, en güzelini sabahın o dingin saatlerinde yaşardı. Gülmek sabah güzeldi. Ağlamak da öyle… Ah! Ağlamak. Ne kadar zaman geçmişti şöyle doya doya, ılık ılık ağlamayalı.

Eskiden ne çok ağlardı. Mahzun bakışlı bir kuş görse gözleri dolardı. Yalınayak bir çocuk görse yüreği yanardı. Yemek yerken, yoksul bir komşusu, bir arkadaşı aklına gelse lokmalar boğazına dizilir öylece kalkardı sofradan. Bazı günler sabah namazının ardından dalar giderdi. Gerçi böyle zamanlarda gözlerinden yaş akmazdı ama bilirdi ki yüreği ağlamaktadır.

Hele bir dostla baş başa ağlamak. Daha on-oniki yaşlarında bir çocukken, soğuk kış sabahlarında camiye gidişini hatırladı. Arkadaşları ile birlikte caminin dev cüsseli mangalının etrafına dizilir Tahsin Hoca’yı dinlerlerdi. Tahsin Hoca genç ama bilgili, gayretli bir imamdı. Kimi zaman fıkıh, kimi zaman akaid anlatırdı. Bazen de yanık sesiyle aşır okurdu. En çok da bu aşır zamanlarını severdi. Hep birlikte bir çeşit cezbeye tutulur, kendilerinden geçerlerdi. Bir müddet sonra Tahsin Hoca’nın sesinin titremesi ve gözlerinden yaş akmaya başlaması onları da etkiler, sebepsiz, sessiz hep beraber ağlarlardı. Beraber ağlamak kadar kalpleri birbirine bağlayan ne vardı ki? Gözlerinden süzülen damlaların sadece yanaklarında değil, tüm yüreğinde izler bıraktığı o mesut zamanlar nerede kalmıştı? Çoktandır hasretti paslanmış yüreğini gözyaşıyla yıkamaya. Oysa yaşı kırk bile değildi daha.

Çay, O’nun için bir içecekten çok daha fazlasıydı. Aslında hiç bir zaman bu ilk bardağını tamamen bitirmezdi. Çoğunlukla bir kaç yudum yeterli olurdu. Ama o sıcacık bardak, sabahın bu serinlinliğinde bir sığınak, bir müjde gibi gelirdi. Yüzüne doğru burgaçlar çizerek yükselen buhar, demin kokusu, ne çeşit bir efsûndu ki, alır O’nu bir meçhul zamana atardı. Bu ahşap küpeşteli balkonda, elinde bir bardak demli çayı, Kızılırmak’a karşı ne hayaller kurmuştu. Yıllardır bu durum bu minval üzere devam etmekteydi. Eğer O’nun gibi, sabahın bu bereketli ilk saatlerini yatakta değil de, rahmete muntazır karşılamayı alışkanlık edinmiş, yahut Kambur Hafız’ın sıtma görmemiş, velâkin duyup duyabileceğiniz en samimi aşk ile okuduğu sabah ezanının sesine uyanıp da “ulan uyandık, bari gidip namazı eda edelim” diyerek Zincirli Minare Mescidi’ne ağır adımlarla yürüyenlerden biri, başını kaldırıp O’nun bulunduğu tarafa baksa, canlı olduğundan kuşkuya düşebilirdi. Zira hareketleri öylesine yavaş, öylesine devinimsiz ve öylesine birbirine benzerdi ki; bir bardak çayla sabahın tadını çıkarmak isteyen bir garipten ziyade, işlediği ağır bir günah yüzünden aniden taşlaşmış bir kadim zaman günahkârının yontusunu andırıyordu.

***

Şehir, “güneşim hiç eksik olmasın” der gibi doğu-batı doğrultusunda uzanıyordu. Hamit doğudaki ilk evlerden birinde yaşıyordu. Kendini bildi bileli buradaydı. Ev kendisinin değildi, ama başkasının da sayılmazdı. Babası, dedesi ve bu yaşına kadar kendisi, yaşlı bir kadına ait olan bu evde yaşamıştı. Artık iyice yaşlanan Elif Ana, günde bir kez yemek yiyor ve nerdeyse hiç dışarı çıkmıyordu. Alt katta, loş ışıklı bir odada yatıyordu. Pek bir eşyası yoktu odasında. Zaten buna ihtiyacı da yoktu. Bütün varlığı, su içtiği bir testi –testiden başka bir şeyden su içmezdi-, içinde büzüştüğü çok da rahat olmayan bir yatak, -rahatlığın artık onun için bir önemi yoktu, uyumak için değil de ölmek için yatıyormuş gibi bir görünümü vardı- ve herkesten, nerdeyse kendinden bile kıskandığı, tahtakurularının ve ağaç kurtlarının bile artık yanaşmadığı çok eski, meşe ağacından yapılmış bir bavuldan ibaretti. Bu bavulda ne vardı kimse bilmezdi. Hamit, yaşı daha gençken çok isterdi bunu öğrenmeyi. Bir gün o yokken –her halde bahçede güneşleniyordu, çünkü o zamanlar daha rahat yürüyor ve bahçenin bir duvarı boyunca uzanan hanımeli çiçeklerinin kokusunu nefeslenerek bir kaç saat güneşte oturabiliyordu- odasına girmiş ve bavulu açmak istemişti. Kilitliydi. Ama o kadar eskiydi ki biraz zorlasa açılırdı. Ne yapacağını düşünürken arkadan yaklaşan babası -o henüz hayattaydı- öylesine kızmıştı ki o günden sonra bir daha asla cesaret edememişti.

Güneşin ilk ışıkları, Kardeşler Dağı’nı siper edinen son karanlıkları da ağartmaya başlamıştı. Hamit’in daha yarısına kadar bile içemediği çayından artık buhar çıkmıyordu. Alt kattan gelen sesler Elif Ana’nın da uyandığının –acaba hiç uyumuş muydu?- işaretiydi. Aslında etraf bu kadar sessiz ve Hamit, O’nun hareketlerine bu denli duyarlı olmasaydı, aşağıdan böyle bir ses geldiğini farketmek neredeyse imkânsızdı. Fakat insan öylesine ilginç bir varlık ki. Her şeye alışıyor. Her şeyi öğreniyor. Her şeye katlanıyor. Aşka da, acıya da…

***

Alt katta, Elif Ana’nın yattığı odanın kapısı hafif bir gıcırtıyla açıldı. Belli belirsiz ayak seslerinin ardından tok bir çarpma sesi duyuldu. Telaşla ayağa kalkan Hamit alt kata koştu. Korktuğu olmuştu. Elif Ana kapının önünde, düştüğü yerden kalkmaya çalışıyordu. Hemen kucaklayıp yeniden yatağına yatırdı.

-Ana iyi misin? diye sordu.

-İyiyim, dedi Elif Ana.

Söyledikleri zor anlaşılıyordu. Ardından kendisini doğrultmasını istedi. Hamit O’nu yavaşça doğrulttu. Sırtına bir yastık dayadı. Bir bardak su verdi. Suyu nerden aldığını sordu. “Testiden” cevabını alınca hafifçe gülümsedi. Ağır ağır, tadını çıkararak içti. Bardağı kenara bıraktı.

-Biliyor musun dedi, biz eskiden bardak falan bilmezdik. Babam şişeleri iple keser, şişenin alt kısmını bardak olarak kullanırdı.

Sonra, uzunca bir süre hiç konuşmadı. Gözleri dalıp gitmişti. İyice rahatlamış görünüyordu. Hamit O’nu rahatsız etmekten korkarak, yavaşça kalktı. Tam odadan çıkıyordu ki

-Gidiyor musun? dedi.

Sadece dudakları kıpırdamıştı. Bu, bir sorudan çok kalmasını isteyen bir seslenişti.

-İstersen kalırım.

-Kal o zaman.

Hamit bunu hiç beklemiyordu. Yavaşça geri dönüp yanına oturdu. Elif Ana gözleri ile tahta bavulunu işaret etti. Önce anlamadı Hamit. Sonra:

-Ana bavulunu mu istiyorsun? diye sordu.

Evet anlamında başını salladı. Bunun üzerine kalkıp, duvara çakılmış bir rafın üzerinde duran bavulu alıp geldi. İçi boş gibiydi. Yavaşça kucağına bıraktı. Bavulunu kucağına alan Elif Ana bir müddet bekledi.

-Biliyor musun bunun içinde ne var?

Titreyen elleriyle, entarisinin ön cebinden eski bir anahtar çıkardı. Biraz uğraştıktan sonra bavulun kilidini açtı. Hamit sessizce O’nu izliyor, vereceği tepkiyi bilmediğinden yardım teklifinde bulunmuyordu. Kilidi çıkarıp bir kenara koyduktan sonra, çok sevdiği birinin saçlarını okşar gibi ellerini bavulun üzerinde bir müddet gezdirdi. Sonra yavaşça kapağını açtı. Hamit’in kalbi heyecandan yerinden çıkacak gibiydi. Bütün bir ömür bu bavulda ne olduğunu merak etmişti. İçine utanarak baktı. O zaman Elif Ana gülümsedi. Zor duyulur bir sesle:

-Artık vakti geldi, dedi.

“Neyin?” diyen Hamit’i duymamıştı bile. Bavulun içi neredeyse boştu. Silik, çok silik bir fotoğraf, bir kolye, bir çakmak ve bir başörtüsü… Bir de içi boş, kadifeden bir kese. Hepsi bu. Fotoğrafı eline alıp biraz düşündükten sonra Hamit’e verdi. Elleri en az Elif Ana kadar tireyen Hamit, fotoğrafı aldıktan sonra, yavaşça ışığa çevirdi ve dikkatle baktı. Zar zor küçük bir kız çocuğunu ve onun elinden tutmuş uzun boylu bir adamı seçebildi. Bir de yazı vardı. Latin alfabesi olmadığı anlaşılıyordu. Olsa da okunabilecek durumda değildi. Elif Ana resimdeki adamı göstererek:

-Bu dedi, benim babamdı. Bu da, benim.

-Peki, ne oldu O’na?

Yutkundu. Gözleri doldu. Sonra, zor duyulan ama çok tatlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı.

-II-

“Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misin?”  – Amin Maalouf, Doğunun Limanları

 Dağların arasına gizlenmiş, hiç bir şeyi, suyu bile kendine yetmeyen bir köydü hikâyemin -yoksa hayatımın mı demeliydim- başladığı yer. Benimkisi öyle bir hayattı ki, benimle birlikte pek çok insanı da diyardan diyara sürükledi. Bunun sorumlusu ben miyim? Hayatımı yaşarken ortaya çıkanlardan sadece ben mi sorumluyum? Dahası “benim hayatım” denilebilecek bir hayat var mıdır? Hayat hepimizin ortaklaşa oynadığı bir oyundan başka nedir ki? Her neyse.

Tüm yoksunluklara rağmen mutluydu ailemiz. Babam hayatının en olgun çağında, tuttuğunu koparan gözükara bir adamdı. Azıcık toprağımız vardı ve bu toprağı işlemek için bir kaç hayvanımız. Her şey iyi gidiyordu. Ta ki o güne kadar…

***

Karlı ve soğuk bir şubat gecesiydi. Köy neredeyse tümden kara ve karanlığa gömülmüştü. Aslında, bacalardan çıkıp tipiye karışan dumanlar da olmasa burada bir köy olduğuna kimse inanmazdı. Üç gün önce başlayan kar bugün öğlene doğru yerini tipiye bırakmıştı. Gündüz göz gözü görmüyordu. Vaktin gece yarısına yaklaştığı şu sıralar rüzgârın biraz sakinleşmesiyle ortalık ayaza kesmişti. Dolunay koyu bir sis perdesinin ardından bir görünüp bir kayboluyor, poyraz arasıra uluyordu. Savurduğu karlar gökten inenler mi, yoksa yere düştüğüne pişman olup yerden kalkanlar mı belli değildi. Kulağa gelen homurtular da insanın aklına korku salıyordu. Acaba rüzgâr aşağılardan, Kurtlu Dere’nin vahşi çığlıklarını mı getirip kulaklara çarpıyor, yoksa köyün köpekleri mi dolunaya karşı uluyordu? Ne olursa olsun korkunç bir hava vardı.

Köye karşıdan bakan tepenin hemen hemen zirvesindeki bir çalılığı kendine siper edinmişti. Soğuktan biraz olsun korunabilmek için ayaklarına ve başına sardığı paçavraları düzeltti. Ayağına geçirdiği lastik çizme donmuş, taş gibi olmuştu. Tüfeğinin kundağına çıplak elle dokunamıyordu. Kendini kurtlara karşı korumak için yanına almıştı. Ama bu haliyle bir kurtla karşılaşsa tüfeğini ateşleyebileceğinden şüpheliydi.

Gözlerini kısıp köye doğru yeniden baktı. Nerdeyse yarım saatlik yolu kalmıştı. Buraya kadar iyi gelmişti. Kurtlu Dere’ye inmeyip, Yılanlı Kaya’dan dolaşması iyi olmuştu. Gerçi yolu biraz uzamıştı ama sağ salim gelmişti işte. Burdan sonra köye vardı sayıyordu kendini.

Ah keşke bir cigara yakabilseydi. Ama cebindeki kav ıslanmıştı. Yolda bir kaç kez denemesine rağmen yakamamıştı. Neyse yarım saat sonra, içinde meşe kütüklerinin çatırdadığı tandırın yanına bağdaş kurup, demli bir çayın yanında sarıkız saçı tütünü iştahla somuracaktı ne de olsa.

İşler beklediği gibi gitmemişti. Ama ne bekliyordu ki zaten. Cebini bir kez daha yokladı. Eline gelen kabarıklığın çıkardığı metalik sesle birlikte yüzüne acı bir gülümseme yayıldı.

“Haketmişti dürzü” diye kendi kendine söylendi. Böylece kendini biraz daha iyi hissetti. Ama gene de yüreğinin gizli saklı köşelerinde küçük bir sızı, her an ortaya çıkmaya hazır, bastırılmış bir pişmanlık duygusu sezinliyordu. Bu kıyamet gibi gecede, etrafında kimselerin olmadığını, hatta değil etrafında, belki civar köylerde ve kasabalarda bile herkesin evlerine çekildiğini bildiği halde, sanki birilerinin ona suçlayıcı bir gözle baktığını sanması, bu gaibten varlığa karşı kendini savunmak zorunda hissediyor olması, tek suçlu olarak Ağa’yı göstermesi hep bu yüzdendi. Ama olan olmuştu.

Az ötesindeki bir başka çalılıktan bir çıtırtı duydu. Biraz ürperdi. Sessizce başını o tarafa çevirip baktı. Her yöne doğru uzayıp giden bembeyaz karın üzerinde çalılık açık seçik görülüyordu. Arasıra bulutlardan sıyrılan ayın ışığı beyaz tepelerde yanısıyor, ortalık enikonu aydınlanıyordu. Çalılığı dikkatle incelemeye başladı. Çıtırtının, kırılan bir dalın rügarda sallanmasından geldiğini anlayınca rahatladı. Yeniden köye doğru baktı. Ortalık yeterince ıssızdı. Beklemek gereksiz diye düşündü. Yavaşça ayağa kalktı. Kimselere görünmeden evine girebilirse bu iş tamamdı. Bu yüzden köyün arkasından, bahçelerin arasından geçip, pek kullanılmayan bağ yoluna düşecekti. En fazla yarım saate evindeydi.

Neredeyse dizine kadar gelen kara bata çıka tepeyi inmeye başladı. Bu tipi iyi olmuştu. Hava şu an nispeten sakin görünse de, rüzgâr esmeye devam ettiğinden sabaha bu izlerin tamamı kaybolurdu. Eh daha ne istesindi.

Bu şekilde köyün alt tarafından geçen dereye kadar indi. Suyun şırıltısı belli belirsiz duyuluyordu. Derenin etrafı buzdan sarkıt ve dikitlerle kaplanmıştı. Su, bunların arasından güçlüklü akıyordu. Bu su yüzyıllardır buradan akardı. Belli bir kaynağı yoktu. Yukarılardan, Aladağlar’dan gelirdi. Birbirine karışan küçük sızıntılar, göze ayakları birleşe birleşe dere halini alır, yukarıdaki bahçeleri suladıktan sonra köyün alt tarafından geçerek giderdi. Yazın, temmuz-ağustos aylarında neredeyse kurur, güzün, yağmurların başlamasıyla birlikte yeniden canlanırdı.

Bir anda kendini suyun şırıltısına kaptırdı. Buzların arasından sekerek geçen su, onu alıp yıllar öncesine götürmüştü. Çocukluğu ve gençliği bu derede, derenin aşağısındaki Bekir’in yamacında, yamacın karşısındaki Haydar’ın koruluğunda geçmişti. Sabahleyin gün doğmadan kalkardı. Kalktığında anası çoktan kalkmış, sütü ocağa vurmuş olurdu. Hiç uyumaz mıydı bu kadın? Kaç kere ondan önce kalkmaya niyetlenmiş, ama ne yaptıysa olmamıştı. Gözünü her açtığında onu elinde tahta bir kaşıkla süt karıştırırken, ya da namazını dualamış kendi elleriyle dokuduğu seccadesini toplarken görürdü. Ocakta dumanı tüten sütten bir tas alır, üfleye üfleye içerdi. Sonra bacağına şalvarını, ayağına kara lastiklerini geçirir ahıra koşardı. Önce iki ineği, ardından da topal mandayı çözer, ahır kapısının arkasına dayadığı değneğini alır çıkardı. Anası arkasından azığını yetiştirirdi. Azıkta ne olduğuna hiç bakmazdı. Zira bilirdi ki anası evde ne varsa en iyisini koymuştur.

Hayvanlar yolu ezbere bilirdi. O hafiften üşüyerek onların arkasından yürürdü. Hacı Mahmut’un bağının yanından geçerken hafiften bir türkü tuttururdu: “bahçenizde bir taş attım fişneye”. Hele bir de asmaların arasından Zehra görünmüşse, o gün akşama dek kimse keyfini bozamazdı.

Haydar’ın koruluğu doksan-yüz dönümlük bir koruluktu. Çoğu kavak ve söğüttü. Arada iğdeler, kuşburnu çalıları, alıçlar ve yabani armutlar da vardı. Derenin, köyün altındaki düzlükte biraz yayılarak oluşturduğu bir kumluğun kenarından başlayıp, yukarılara Çanakçı tepesine doğru uzanırdı. Hayvanları dere kıyısındaki yeşilliklere salar, kendisi öğle sıcağı çökünceye kadar kayalara sırtını verir, gözleri kapalı hem güneşlenir hem de düşler kurardı. Düşlerinin bir yerinde hep Zehra vardı. Bazen alıp kaçıyordu Zehra’yı, bazen kaçıranlardan kurtarıyordu. Düşün sonunda ödülü Zehra’nın kendisine o derin gözleriyle bakışıydı. Bu öyle bir bakıştı ki o bakışın tefsirini değme ciltler taşıyamazdı.   DETAY

Öğle sıcağı çökünce de, koruluğun içerisinde, bazen bir iğde ağacının altında, iğdenin o baygın kokusunu ekmeğine katarak, bazen de biraz daha yukarıda, Kuşlu Pınar’da, suyun esrik sesini dinleyerek azığını yerdi.

Dalgın dalgın yürürken ayağı kaydı. Nerdeyse düşüyordu. Diliyle dişinin arasında bir küfür mırıldandı. Gözleri yaşarmıştı. Az önce daldığı hayalden mi, yoksa soğuktan mı emin olamadı. Önemi de yoktu.

Dere boyunca yukarı doğru yürüdü. Bir kaç yüz metre yukarıda iki uzun kayanın derenin üzerine devrilmesiyle oluşmuş doğal bir köprü vardı. Bu köprüyü hem insanlar hem de hayvanlar kullanırdı. Karanlıkta tam yerini kestirememekten korkmuştu. Ama üzerinde biriken kar, köprünün yerini açık seçik gösteriyordu. Gene de dikkatle geçti. Sonra kuzeye yöneldi. Az sonra bahçelerin arasındaydı. Duvarların duldasında epeyce ilerledi. Ardından bağ yolunu bulup yönünü mezarlığa çevirdi. Bundan sonrasını gözü kapalı bile giderdi.

İyice rahatladı. Uzaktan evinin karartısını görünce farkında olmadan adımları hızlandı. Arkadan dolanıp, bahçeye çit niyetine diktiği söğüt dallarının üstünden atladı. Kapının önüne gelince bir kez daha çevresini kolaçan etti. Bunu neden yaptığını kendisi de anlamamıştı. Ama o garip suçluluk duygusu hâlâ yakasını bırakmamıştı.

Kapıya yavaşça vurdu. Karısının uykusu hafifti. İkiletmez, duyardı. Biraz bekledi. Sonra evin içinden tıkırtılar gelmeye başlayınca yanılmadığını anladı. Duymuştu. Önce pencere tarafına dolandı karısı. Perdeyi hafifçe aralayıp gelenin kim olduğuna baktı. Sonra da aceleyle kapıyı açtı. Hiç yatmamıştı.

-Geldin, dedi

-Ne o avrat başaksını mı bekliyordun yoksa? diye takıldı karısına.

Kadın buna hiç aldırış etmedi.

-Eyi ki buyup kalmadın dağ başında. Ne işin vardı anlamadım ki, diye söylendi.

Bir taraftan da kocasının üsütündeki karları silkeliyordu. Adam bir iki tepinerek ayaklarındaki karı da silkeledi.

-Tandıra bir iki kütük at, dondum, dedi.

Kadın adamın fazla konuşmak istemediğini anlamıştı. Üstüne varmazdı böyle zamanlarda. Hemen arka tarafa yürüdü. Hem samanlık, hem de odunluk olarak kullandıkları bölmeden bir kucak geven getirip tandıra doldurdu. Sonra bir kez daha odunluğa gidip bu sefer bir kaç meşe kütüğü kucaklamış olduğu halde geri döndü. Gevenler iyice tutuşup alevler odanın alçak tavanında oynaşmaya başlayınca da kütükleri ustaca yerleştirdi tandırın içine. Kocası bu arada üstündeki paçavraları ve çizmesini çıkarmış gelmişti. Kütükler hafiften tutuşmaya başlayınca tatlı bir çıtırtı tüm odayı doldurmuştu. Tandırın üst tarafındaki mindere bağdaş kurup oturdu. Sonra da hemen yanıbaşındaki raftan tabakasını aldı. Özene bezene bir cıgara sardı. Yine aynı raftan muhtar çakmağını eline aldı. Bir elinde cıgarası, bir elinde çakmağı öylece daldı bir müddet.

Yaptığı işi bir kez daha düşündü.

***

Harman sonuydu. Mestan Ağa, Deli Bekçi’yle haber salmıştı. Acele gelsin, ona gördürülecek mühim bir işim var demişti. Ayrıca şayet altından kalkarsa memnun edeceğini söylemişti. Mestan Ağa bu işi istediğine yaptırırdı. Ama özellikle onu seçmesi, üstüne bir de memnun ederim demesi gizliden sevindirmişti onu. Demek ki Ağa’nın gözünde bir değeri vardı. Gerçi Mestan gibi birinin gözünde değerin olmuş olmamış ne kıymeti vardı ki. Haberi Deli Bekçi’nin getirmesi, Ağa’nın bu işe çok önem verdiğini ve gizli kalmasını istediğini gösteriyordu. Çünkü Deli Bekçi’ye bir iş gördürüp, sonra da bir paket Malatya tütünü verip “kimse bilmeyecek” dedin mi, öldürsen kimse ağzından bir laf alamazdı. Dağlar taşlar ses verirdi de Deli Bekçi vermezdi. Asıl adı Cemo idi. Ama buralarda Deli Bekçi diye nam salmıştı. Kimse Cemo’yu bilmezdi. Aslen Elbistan taraflarından olduğu söylenirdi ya, kulak asma. Kimse evveliyatını bilmezdi. Bir sonbahar günü köyün harman tarafında peyda olmuş, üç beş kurtlu elmaya, bir baş kuru soğana onun bunun harmanını kaldırmış, o gün bugündür buralarda kalmıştı. Kimseye bir zararı yoktu. Ama gene de bakışlarında insanları ürküten bir taraf vardı. Yüzündeki tuhaf gülümse hiç kaybolmazdı. Fakat bu gülümseme, içten gelen, içindeki mutluluğu ya da huzuru yansıtan bir gülümsemeden çok, bir yerlerden ödünç alınmış, birilerinden çalınmış ve aslında asık olan suratına bir maske gibi asılmıştı. Dikkatle bakanlar bunu hemen farkederdi. Ama kimse o gülümsemeye dokunmaya cesaret edemiyordu. Öyle ki, olur da bu gülümseme kazara düşerse altından çıkacak yüzün korkunçluğuna tahammül edemeyeceklerini düşünürlerdi.

İlle de gözleri. Hafif yeşile çalan bir elâydı. Gün ışığı vurduğunda ya da nemlendiğinde menevişlenirdi. Neye nemlendiğini kimse bilmezdi. Zira böyle bir adamda bir tek duygu bulunabilirdi, kin. O halde bu nemlenmeye ne anlam vermek lazım gelirdi. Kimse bu işin içinden çıkamazdı. Ama Allah’ı var. Yıllardır bu köydeydi. Kimseye bir fenalığı dokunmamıştı. Verileni yemiş, verilmeyene nerde benim hakkım dememişti. Açlıktan iyice perişan olduğu zamalarda bile kimsenin ne bir tavuğunu, ne de bir yumurtasını çalmıştı. Köyün üst başındaki koruluğa gitmiş, yaban tavşanı, keklik ne bulursa avlamış karnını doyurmuştu. O da olmadığında dağda, çalılarda biten yaban meyvelerini yemiş nefsini köreltmişti.

Belli bir evi yoktu. Yazları harmanda, ekin yığınlarının arasında yatardı. Zaten bu yüzden adı bekçiye çıkmıştı. İlk yağmurlar düşmeye başladığında, mezarlığın altındaki yarısı yıkılmış, yıllardır kimsenin kullanmadığı ağılın, her nasılsa sağlam kalmış bir köşesine sererdi yatağını. Köyün yaşlılarından Hasan Çavuş bir kabir ziyaretinden dönerken ağıla uğrayıp, “Ulan deli kavat donacaksın burada. Götür de bizim ahıra ser şeleğini. Bir de senin vebalini çekmeyelim” diyene kadar burada yatardı. Hasan Çavuş’a şöyle bir minnetle, saygıyla, sevgiyle bakar, hiç bir şey söylemezdi. Hasan Çavuş da fazla kalmaz başka bir şey söylemeden ya da toparlanmasını beklemeden girdiği gibi teklifsizce çıkardı ağıldan. Bilirdi ki akşama gelip ahıra yerleşecek.

Bu hal, sözleşmiş gibi yıllardır bu minval üzere devam ederdi. Hasan Çavuş çıktıktan sonra yatağını toplar, küçük tahta bavulunu eline alır, ağır ağır köyün arka tarafındaki ahıra doğru yürürdü. Ahırın bir köşesi onun için ayrılmıştı. Tahta bavulunu ahırın çatısındaki hezanlardan birinin arasına sokardı. Bu bavulda ne taşır, ne saklar kimse bilmezdi. Ama hiç yanından ayırmazdı. Başka zamanlarda kimseye kızmayan Deli Bekçi, sözkonusu bavulu olunca bir başkalaşırdı. Kimseye elletmezdi. Kimse de gizlice ya da zorla ellemek gibi bir akılsızlığa girişmezdi. Zira böyle bir girişim neyle sonuçlanır kimse kestiremezdi. Yatağını ahırın iç duvarlarından birinin kenarına serer uzun ve soğuk kış gecelerinde hayvanların sıcağında uyurdu.

Deli Bekçi geldiğinde harmandan dönüyordu. Gün çoktan devrilmiş, garbî yeli esmeye, hatta hafiften üşütmeye başlamıştı. Eylül ayının sonlarıydı ama havalar iyi gitmişti. Kışlık tahılını savurmuş harmana yığmıştı. Bir de yağmura göstermeden içeri alabilirse ondan iyisi yoktu. Gerçi kulak asma, bu yıl hasatta iş yoktu ama zaten hangi yıl vardı ki. Hem olsa ne olurdu ki. Buğday para etmiyordu. Kendi yiyeceklerini karşıladıktan sonra daha ne isterdi. Köylük yerde zaten sebze, meyve, et… Hak getire. Yedikleri sabah bulgur çorbası, akşam bulgur pilavı. Zaten bir köroğlu bir ayvaz, bir de gözünden sakındığı oğlu Ahmet geçinip gidiyorlardı. Allah’ı var, avradı da tok gözlüydü ha. Bugüne bugün onbeş senedir evliydiler daha birgün sohranmamıştı. Elin var, benim niye yok dememişti. Arasıra kendisi efelenip de “Ulan ben bu dünyanın!.. Ulan kahpe felek!… Benim dürzü Memo’dan neyim eksik. Ulan o dürzü bir eli yağda, bir eli balda yalanarak gezsin de, ben de yavan ekmeği gemirip durayım. Ulan gelmişini, ulan geçmişini…” diye tandırın etrafında döndüğünde önüne geçer “Etme herif… Senin canın sağ ya… Akşamları gelip dağ gibi oturuyon ya köşene… Daha ben ne isterim. Bal da yiyen, kuru ekmek de yiyen aynı helâya gitmiyor mu? Hele ben o Memo çipillisine adam mı derim. Ağzına alsan götürürsün. Tek sen köşende sağ salim otur ben kırk sene daha bulgur yerim” derdi. Belli etmese de avradını zaten severdi. Ama böyle zamanlarda gözüne bir başka türlü görünür, “ulan bu karı bu halda olduktan kelli benim önümde kim durur” deyip keyiflenirdi. Ama gene de bu sevincini belli etmez, istim boşaltan bir gemi gibi puflayarak tandırın üst başındaki çaput mindere bağdaş kurar bir müddet düşünürdü. Ardından da, “karı hele ateşe bir su vur da, bir demli çay içelim bu akşam. Gene efkâr bastı” derdi. Avradı huyunu bildiğinden ikiletmez, bir taraftan isli bakır demliği tandıra sürerken, bir taraftan da bardakları hazırlardı.

Daldığı düşten uzaklardan gelen bir inek böğürtüsüyle uyandı. Deli Bekçi’ye:

-Ağanın benimle ne iş olur? diye sordu yarım ağızla.

Bekçi’ye ne kadar önemli biri olduğunu göstermek istiyordu aslında. Bekçi:

-Orasını ağam bilir, dedi.

Gerisinin gelmeyeceğini biliyordu. O nedenle üstelemedi. Ağa’yı kızdırmamak için bir an önce yola çıkmalıydı. Nerden baksan iki-üç saat yol tepecekti. Ah şöyle tüyleri yaldır yaldır yanan bir doru atı olmalıydı ki. Poşuyu saracaksın yüzüne, çekeceksin sahtiyan çizmeyi dizlerine kadar. Saracaksın üstüne fırdolayı bir dolamaç. Cebine de bir serkisof saat sokacaksın. Velâkin kösteği bir avuç olmalı. Yoksa ben saate saat mi derim. Dorunun eyeri, koşum takımları hepten gümüşten, parlaklığı göz alacak. Atlayacaksın üstüne, uçar gibi varacaksın ağanın konağına. Seyisler daha ok atımı uzaklıktan karşı gelecekler. “Buyur Ağa” diyecekler. Saatin kösteği eyerin başını dövecek. Doru daha durmadan atlayacaksın yere, vereceksin dizginleri Antep’li Kör Seyis’e. “Aman, biraz adımlayıp terini soğutun, satlıcan olmasın hayvan” diyeceksin. Antep’li alınacak biraz. “Aman ağam, bizi dünkü çocuk belledin herhal” diyecek. Şu Antep’li biraz domuzdur amma üstüne seyis yoktur. Zamanında yetiştirdiği atlara Şam’dan, Tebriz’den alıcı gelir de atları görenler “bunlara binen küllü kafir, at değil melaike bunlar” diye dillerini, damaklarını yararlarmış.

Bu Kör Seyis pek tekin adam değildi. Uçkuruna biraz düşkün olduğu söyleniyordu ya daha kendisi bir vukuatına şahit olmamıştı. Sarıkamış’a gittiği, gazi olarak döndüğü rivayeti de dolaşıyordu. Bu rivayete göre askerde de seyismiş. Komutanı bunu severmiş. Onların birliğe doğu emri gelince hiç düşünmeden bunu da götürmüşler. Ne de olsa orada da atlar varmış. Olmadı buna yarar bir iş bulunur demiş komutanı. Lâkin oraya vardıklarında bakmışlar ki bu attığını vuran bir nişancı. Derhal komutanın yanına vermişler. Demişler ki “bak a seyis, sen ölmeden bu komutanına bir şey olursa, bil ki biz de seni vururuz”. O da “evelallah” demiş. Bir kaç gün sonra bunların birliği bir pusuya düşmüş. Bir yığın asker bunları kuşatmış. Yardım yetişmeseymiş topunu kıracaklarmış. Sonunda yardım gelmiş. Yara bere içinde kurtulmuşlar. Komutanının yanına kimseleri yanaştırmamış. Lâkin o arada aldığı bir süngü darbesiyle bir gözü görmez olmuş. Sonra da gerisin geri memlekine yollamışlar. Nedendir bilinmez kendisi bunlardan hiç bahsetmez, kahvede, köy odasında anlatılırken denk gelirse de hiç oralı olmaz sessizce çıkar giderdi.   DETAY

Felek adaletli değildi. Şu Mestan Ağa… Daha dünkü çocuktu. Zamanında evlenseydi, ya da karısı, oğlu Ahmet’i bunca geç doğurmasaydı onun yaşında oğlu olurdu. Doğumunu bilirdi.  Neyi fazlaydı kendinden. Sümüklünün tekiydi. Kimse aralarına alıp oyun oynatmazdı. Ne aşık oynamasını bilirdi, ne boru çeliği. Sabahtan akşama burnunu çeker, olmadı şalvarına silerdi de gene de kurutamazdı. Ütülünce ağlar, maraza çıkarırdı. Kimseye gücü yetmezdi. Ama gene de herkesle dalaşırdı. Öyle böyle derken itten kopuktan kendine bir çevre kurmuştu. Harabelerde rakı içer, dolama çekerlerdi. Günahları boyunlarına, Adana’dan, Antep’ten kadın getirtip oynatırlarmış. Gel zaman git zaman bunda bir haller oldu. Ortadan bir kayboluyor, bir hafta on gün görünmüyordu. Sonra paçayı düzeltmiş geliyordu. Gıcır gıcır çizmeler, halis dokuma kumaştan külot pantolonlar, ceketler, yelekler… Lacivert ceketi sırtına atıp kahveye çıkıyor, Malatya tütününden, sarıkız saçından sardığı cıgarayı Halep işi ağızlığına yerleştiriyor, ağır ağır tadını çıkararak yaktıktan sonra ilk dumanını havaya üfleyip, ağızlığı azı dişlerinin arasına alıp ocağa doğru sesleniyordu: “Ulan topal dürzü! Kıtlık mı geldi lan yıkılası kahvene! Milletin boğazı kurudu, çay ver ahaliye! Bana da okkalı bir kahve yap. Yağlı yedik başka türlü erimez. Haa! Kimseden para alma. Bunlar benden.” Topal Haso, bir “la havle” çeker, çırağına seslenirdi “Memo! Bakıver lan, ne ister ağan”. “Ağa yaa” derdi belli belirsiz, dişlerinin arasındaki ağızlığı hınçla kemirerek. “Daha ağalığımı görmediniz. Hele durun bakalım dürzüler.”

Bu ağalık sıfatı ilk o zamanlar yapışmıştı adının yanına. O zamanlar milletin maytap geçtiği ağalık, sonra sonra basbayağı ağalığa tebdil olmuştu.

-Ne zaman varırsın konağa? Ağam kızmasın sonra.

Soran Deli Bekçi’ydi. Bir anda düşleri alt üst oldu. “Ulan ağana da, sana da, şurda düş bile kurdurmuyorsunuz adama” diyecek oldu. Ama dilini ısırıp sustu. Sonra da:

-Ağa’ya selam söyle, şimdi vakit akşamdır. Yola çıkmak eyi değildir. Hemi büyüklerimiz akşamın hayırından sabahın şerri yeğdir demiştir. Kısmetse yarın kuşluğa kalmaz ordayım.

Deli Bekçi bir şey demedi. Geldiği gibi selamsız sabahsız geri döndü. Hamo, Bekçi’nin ardında bakakaldı. O ise kendine has edasıyla, hızlı ama acelesizce yürüp, yamacın ardında kayboldu.

Deli bekçiyle karşılaştığında yere bıraktığı dirgenini, yabasını yeniden omuzuna attı. Şapkasının siperliğini düzeltti. O da Deli Bekçi’ninkine benzer bir yürüyüşle evine doğru yürüdü.

***

-Düşüncelisin bugün herif!

Seslenen karısıydı. Akşam sofrasını toplamış, bir taraftan kap kacağı yıkıyor, bir taraftan da çay demliyordu. Cevap vermedi. Yanlamasına uzandığı minderden doğrulup bir cıgara yaktı. Bu arada karısı elinde bardaklarla yanına geldi. Cevap isteyen gözlerle kocasının gözlerine baktı. Adam oralı değildi. Üstelemedi kadın. Bardakları doldurup tepsiyi kocasının önüne sürdü. Kendininkini alıp köşeye büzüldü. Adam kendi kendine konuşur gibi usul usul anlatmaya başladı:

-Deli Bekçi geldi harmana, dedi. Mestan Ağa haber salmış. Beni istetmiş. Mühüm bir işi varmış ve ille de ben yapabilirmişim.

-Hah, dedi karısı. Ağalık Mestan itine kaldıysa bu memlekette… Hayırlı bir işe bulaşmaz O. Bana sorarsan gitme derim.

Aslında karısı haklıydı. Zaten bu karıda, karıya yakışmayan bir akıl vardı. Kadın kısmının aklı biraz kıt olmalıydı. Kocası ne derse ‘he’ demeli, ‘sen bilirsin herif, benim aklım ermez’ deyip işine gücüne bakmalıydı. Ama bu öyle değildi. Her işe bir tedbiri, her suale bir cevabı vardı. Bazı zamanlarda zoruna gitse de bundan için için memnundu.

-Gitmezsem bulaşır bize. Bir halt edemez ya, tadımız tuzumuz kaçar işte. Bir görüneyim bakalım ne ister. Hem bakarsın belki bir faydası dokunur.

-Ondan gelecek fayda Allah’tan gelsin. Zararı dokunmasın yeter.

Doğruydu. Ne var ki gitmeliydi. Ne kadar aşağılık olsa da bunca köy ağa bellemişti Mestan itini. Kızdırdı mı tadları kalmazdı.

-Yarın bir bakar gelirim, dedi.

Elindeki bardağın dibinde kalan son yudum çayı kafasına dikti. Bardağı karısına uzattı. Karısı bardağı doldurmaya yeltenmişti.

-Yeter, dedi. Erken yatayım. Yarın erkenden bir varıp geleyim Mestan dürzüsünün yanına.

Yavaşça yerinden doğruldu, yatak odası olarak kullandıkları küçük odaya doğru yürüdü. Oğlu Ahmet tatlı bir uykunun kimbilir kaçıncı demindeydi.

***

-Olmaz bu iş ağam. Yapamam ben.

-Neden olmazmış lan! Sanki sana hökümet başkanını, reis-i cumhuru vur dedik. Altı üstü ne idiğü belirsiz gavatın biri. Hem vur da demiyok. Git bavulu al gel. Bir kese altını cebinde bil. Aha yarısı peşin.

-Orası öyle de ağam, adam pek tekin değil. Gözlerine bakanın ödü kopuyor. Kimsenin tavuğuna kiş demez emme, o bavula el uzatanın hali harap. İşte Çopur Musa ortada. “Ne var lan bir bakayım içine” demiş de, harmandakiler zor almışlar elinden. Az kalsın öldürüyormuş Musa’yı. Sen bana hepten bavulu getir dersin. Kan çıkmadan olası değildir bu iş ağam.

-Ulan tohumuna para mı saydık. Lazımsa çıksın kan. Kim ne bilecek.. Bilenin de haddine mi konuşmak. Arkanda ben varım. Bugüne bugün Mestan Ağa.

-Ağam beni bağışlasan bu işten. Yüreğim ısınmaz bu işe. Hem ne olacak ki garibin bavulunda.

-Orasına sen karışma! Hem gayri sen bu işin içindesin. Her şeyi duydun. Ya bu işi yaparsın, ya daaa. Gerisini sen düşün.

Gerisini düşünmesine gerek yoktu Hamo’nun. Bilirdi ne deyyus olduğunu bu Mestan itinin. Her türlü kötülüğü yapardı. Hadi kendi neyse, bir canı vardı. Ama karısı ve oğlu aklına geldiğinde yumruklarını ve dişlerini sıkıyor bir çıkış yolu bulamıyordu. Çaresiz boyun büktü.

Ağa, kâhyasına seslendi:

-Lan Sülo, ben sana demedim mi bu iş yapsa yapsa Hamo yapar diye. Bak işte “Evelallah tamamdır, sen oldu bil Ağam diyor”. Hamo’ya eyisinden bir at çekin ahırdan, başkaca da ne ihtiyaç bildirirse halledin.

Sülo’nun şeytanca gülme sesi geldi dışardan:

-Emrin olur ağam!

***

Vakit öğlene doğru geliyordu. Hamo, ağanın verdiği atı almamış, kendi kırçıl atıyla köye dönüyordu. Düşünceliydi. Ne yapacağını, bu işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu. Dizginleri bırakmıştı. Kırçıl, ezbere bildiği yollardan köye doğru yürüyordu. Ağa, Deli Bekçi’nin gözünden bile kıskandığı bavulunu isitiyordu. Hem de her şeyi göze almıştı. Ne vardı acaba bu bavulda ki Ağa bu kadar inat ediyordu. Hem içindeki her neyse, Ağa’nın bundan nasıl haberi olmuştu. Bu iş karışık bir işti ya, nasıl etmeli bilmiyordu.

Köyün alt başından geçen dereye kadar gelmişti. Uzaktan suyun sesini duyunca kendine geldi. Atının dizginlerini çekti. Kırçıl, bir kaç adım daha atıp durdu. Hamo aynı anda aşağı atladı. İlerdeki iğde ağacının altına gelip oturdu. Atı kendi haline bırakmıştı. Bir cıgara sarıp yaktı. Kasketini çıkarıp yanına koydu. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu.

Aklına karısına danışmak geldi. Ama bundan hemen caydı. Karı aklıyla olacak bir iş değildi bu. En iyisi ona bundan hiç bahsetmemekti.

Ekim ayı çıkmak üzereydi. Havalar iyice serinlemişti. Bir kaç güne kalmaz Deli Bekçi Hasan Çavuş’nın ahırında yatıp kalkmaya başlardı. Elini çabuk tutmalıydı.

Oturduğu yerden isteksizce kalktı. Atını yedeğine aldı ve köye doğru yürüdü. Az sonra evdeydi. Atı ahır olarak kullandıkları alt kata çekti. Sonra da sıra sıra dizili minderlerden birine oturdu. Karısı çeşmede olmalıydı. Üzerine bir ağırlık çöktü. Öğlen sonrasının hafif rüzgarıyla ırgalanan söğütlerin gölgesi pencereden içeriye, minderlerin üstüne düşüyordu. Gözleri kendiliğinden kapandı. Göğsü düzenli bir şekilde inip kalkmaya başladı. İğde, tezek, duman, yanmış yağ, kekik ve daha bin bir çeşit kokunun sarmaş dolaş olduğu avlunun havasını nefeslenerek tatlı bir uykuya daldı.

Aradan ne kadar geçti farkında değildi. Gözlerini açtığında karısı tandırı yakmakla meşguldü. Üşümüştü. Kalktı. Tandıra yaklaştı. Duvardaki çiviye astığı ceketi omuzuna attı. Karısı başını çevirmeden sordu:

-Ne diyormuş?

-Kim?

-Mestan iti, kim olacak?

-Ha! Heç canım. N’olacak.

-Eee,  neye çağartmış aceleye?

-Neye olacak, gene bir eşşek gitmez yolu varmış. Kim düzeltir? Hamo.

-Eyi ya, nerenin yoluymuş bu?

-Geçenlerde bir traktör aldı ya bu. E tabi, işletecek adam yok. Vermişler İdris’in eline. O da ansını bellemiş makinenin.  Biliyor benim askerde bu işleri öğrendiğimi, “bir bakıver şuna, tahıl harmanda kaldı” diyesi.

Bu yalan o anda aklına nasıl geldi kendi de şaştı. Ama iyi olmuştu. Karısı üstelemezdi artık. Büyük bir iş başarmış gibi rahatladı. Şimdi sıra esas pis işteydi.

-III-

Rabbim! Takdirinin önüne sadece Sen kendin geçebilirsin. -Amin Maalof, Yüzüncü Ad

 

Ertesi gün ikindi sonrası, mezarlığa doğru yürüdü. Eline aldığı pelit değneği, çakırdikenlerine, kuruyup kalmış gevenlere, kenger saplarına vura vura epey dolaştı. Mezarlığın üzerinde uzandığı tepeden köye doğru baktı. Kimsecikler görünmüyordu. Ardından tepe boyunca mezarlığa baktı. Köyün harmanlarının bitiminden sonra başlıyor ve aşağılara doğru Kurtlu Dere’ye kadar uzanıyordu. Kurtlu Dere daha günün bu saatinde bile kapkara görünüyordu. Çocukluğundan beri ne zaman Kurtlu Dere’ye baksa içinde bir ürperti hissederdi. Adından mıdır, yoksa hep karanlık görünümünden midir bilinmez, köyün her çocuğu için Kurtlu Dere korkulacak bir yerdi. Kendi aralarında Kurtlu Dere’ye dair yalan yanlış korku hikâyeleri anlatırlar, içlerindeki korkuya korku katarlardı. Bu korkuyla büyüdüklerinden olsa gerek, köyün yetişkinleri de Kurtlu Dere’yi pek sevmez, mecbur kalmadıkça da o taraflara gitmezlerdi.

Sanki farkında değilmiş de, ayakları onu alıp getirmiş gibi yavaşça Deli Bekçi’nin yattığı ağıla doğru sokuldu. Ağılın eskiden kapı olan tarafına dolanıp içeri bir göz attı. Bekçi’nin yatağı dip tarafta serili idi. Yatak dediğin, içine ot doldurulmuş bir şilteden ibaretti. Yastık yerine de Amerikan bezinden, içi pamuk dolu bir şeker çuvalını kullanıyordu. Bavul ortalarda görünmüyordu. Gözüne ilişen her kuytuya baktı. Ama yoktu. Zaten olmasını beklemiyordu. Ama gene de iç güsel olarak bakınmıştı.

Hiç bir şey olmamış gibi ağıldan çıktı. Belli etmeden etrafı kolaçan etti. Kimsenin ağıla girdiğini görmesini istemiyordu. Etrafta kimse olmadığından emin olduktan sonra ağır adımlara yeniden mezarlığa doğru yürüdü. Daha sonra da anasının mezarının başına gelip bildiği tüm duaları okudu. Mezarın baş tarafına kendi eliyle diktiği kocaman taşı okşadı. Bu taşı Ballı Kayalar’dan getirmişti. Günlerce aramıştı. Şöyle sağlamca, ince, uzun bir taş bulmalıydı. Anasının mezarı garip kalmamalıydı. Sonunda aklına Ballı Kayalar gelmişti. Bıçak gibi keskin, koca koca kayalardan oluşan bu tepeye, halk, renginden dolayı Ballı Kayalar derdi. Zamanla yağmurdan, rüzgârdan aşınmış, devrilmiş kayalar tepenin orasında, burasında yatardı. Kimi bu kayaları evinin, ahırının temelinde kullanırdı, kimi de bahçesinin duvarını çevirmede. Tepenin etrafında epeyce dolanmış, nihayet bir yarın dibinde bu ince uzun kayayı bulmuştu. Mezarlığa getirmek için iki gün uğraşmış, anasının başucuna dikip de, bir de mezarını suladığında kendini kuş gibi hafiflemiş hissetmiş, adeta anasını elleriyle cennete koymuş gibi mutlu olmuş.

Derin bir of çektikten sonra ayağa kalktı. Ne zaman oturmuştu farkında değildi. Galiba biraz da gözleri yaşlanmıştı. Ayıp bir şey yapmış gibi etrafına bakındı, nasırlı avuçlarıyla gözlerini kuruladı. Gün kavuşmak üzereydi. Pelit değneğini bu kez koltuğunun altına kıstırdı. Köylüler harmandaki son yığınları işleyip bir an önce içeri almak için çalışıyorlardı.

Harmana henüz girmişti ki, Deli Bekçi’yi fark etti. Köyün üst başındaki bahçelerin arasından aniden belirivermişti. Hemen bir yığını kendisine siper edindi. Deli Bekçi her zamanki o kendine mahsus adımlarıyla az ötesinden geçip, yıkık ağıla doğru yürüdü. Ağılın kapı tarafından içeri girdi. Çok geçmeden omzunda yatağı, yastığı, elinde de eski tahta bavul olduğu halde dışarı çıktı. Hasan Çavuş’un ahırına doğru yürüdü.

Hamo durumu anlamıştı. Deli Bekçi bundan böyle Hasan Çavuş’un ahırında yatıp kalkacaktı. Şimdi işi daha zordu.

***

Kış iyice bastırmış, kapıdan kapıya varılmaz olmuştu. Ağa sıkıştırıp duruyordu. Ama Hamo henüz bavulu alamamıştı. Sürekli Deli Bekçi’nin peşinde dolanıyor, bavulu almak için bir yol bulmaya çalışıyordu. Deli Bekçi gündüzleri onun bunun hayvanlarını suluyor, bacalardan kar kürüyor, ahırları temizliyor, yakacağı bitene koruluktan odun getiriyordu. Geceleri de Hasan Çavuş’un ahırında, önüne gelen sıcak çorbasını içip yatıyordu.

***

Gözün gözü görmediği bir akşam vaktiydi. Tipi üç gündür uğulduyordu. Deli Bekçi’nin köyün dışına doğru çıktığını gören Hamo, kimseye görünmeden Hasan Çavuş’un ahırının arkasına dolandı. Sonra da yavaşça içeri girdi. Deli Bekçi’nin yatağı az ötedeydi. Etrafa bir göz attı. Bavul tavandaki bir hezanın arasına sokulmuştu. Uzandı. Kulpundan tutup çekti. Hiç zorlanmadan çıkardı. Beklediğinden hafifti. Koltuğunun altına alıp çıkış kapısına yöneldi. Az sonra bu azaptan kurtulacaktı. Aslında beklediğinden kolay olmuştu.

Olmuş muydu?

***

Tam ahırın kapısından çıkıyordu ki karşısında Deli Bekçi beliriverdi. Bir koltuğunun altındaki bavula, bir Deli Bekçi’ye baktı. Deli Bekçi’nin gözleri menevişlenmiş, yine o korkunç halini almıştı. Ne yapacağını düşürnürken Deli Bekçi bavula doğru uzandı ve bir anda alt alta, üst üste boğuşmaya başladılar. Ok yaydan çıkmıştı. Bavulu kurtarıp buradan kaçsa bile Deli Bekçi bir daha onu rahat bırakmazdı. Bir anda beline davrandı ve bıçağını çıkarıp Bekçi’nin göğsüne sapladı. Bekçi önce anlaşılmaz bir ses çıkardı, ardından kolları gevşedi ve sırt üstü düştü. Güçlükle nefes alıyordu. Gözlerinde “neden?” diye soran bir bakış asılı kalmıştı. Hamo bu bakışları görünce dayanamadı. Yaptığı şeyden utanmış, kendine lanet etmişti. Bavulu bir kenara bırakıp Cemo’nun başını kollarına aldı. Cemo:

-Neden? dedi. Ben sana ne yaptım ki?

Hamo:

-Kusura bakma, diye cevap verdi. Mestan Ağa zorladı beni bu işe. Tehdit etti. Kendim neyse de, oğlum için, karım için korktum. Bilirsin Mestan’ı. Ama şimdi it gibi pişmanım. O şerefsize uymamalıydım.

Gerçekten de Hamo çok pişmandı. Nasıl da uymuştu Mestan itine. Şu elin garibinin kanına nasıl girmişti. Bir şeyler yapmalı onu kurtarmalıydı. Cemo’nun yüzü kül gibi olmuştu.

-Dayan Deli oğlan, dedi.

Deli Bekçi umutsuzca başını salladı. Onun samimi olduğunu biliyordu. Yavaşça doğruldu. Hamo’ya:

-Şimdi beni dinle Hamo, dedi. Sesi henüz yeterince güçlüydü. Fazla vaktim kalmadı. Sözümü kesmeden dinle. Eğer hayat denilebilecek bir hayatsa benim ki, o hayatın tamamını şimdi sana anlatacağım gaye için harcadım. Her şeye bunun için sabrettim. Her şeyi bunun için yaptım. Ama kısmet değilmiş. Olmadı.

IV

Allah yapılan bütün kötülükler için ceza verseydi yeryüzünde bir tek canlı yaratık kalamazdı.

-Mehmet Selimoviç, Derviş ve Ölüm.

 

Kaç yıl geçti bilmiyorum. Her köy gibi bizim köyümüz de savaşın sıkıntısını çekiyordu. Ama gene de mutlu sayılırdık. Bir gün muhtar herkesi köy odasına çağırdı. O akşam babamla birlikte köyün tüm büyükleri köy odasında toplandı. Muhtar herkesten önce gelmiş oturmuştu. Sıkıntısı her halinden belliydi. Elleri titriyor, titreyen ellerinde buruş buruş bir kağıt tutuyordu. Herkesin tek tek yüzüne baktı. Sonra:

-Kardaşlar, dedi. Bu emir yeni geldi. Ve de illaki bihakkın uygulanacak. Devlet-i Âli’nin bekası için bu emir bilâ istisna uygulanacak.

Sakalı dizinde Ali Emmi:

-De hele Muhtar, dedi. Şeriat’in kestiği parmak acımaz. Ve dahi, Devlet bizden hizmet istemişse helbet biz de o hizmeti göreriz.

-Bilirim Ali Emmi. Lakin bu sefer ki yenir yutulur cinsten değil. Aha okuyom. Var sen kararı kendin ver. Hâzırûna dahi derim ki, gelin hep beraber düşünelim, bir karara varalım ve o karara göre amel edelim.

Ardından okumaya başladı: “Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fıkra kumandanları ve bunların vekilleri ve müstahkem mevki kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükümete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe mütallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görür……”  “….. müstakil kolordu ve fıkra kumandanları icabat-ı askeriyeye casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kaza ve kasaba ahalisinin münferiden veya müçtemian diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler…”

Herkes birbirine bakıyordu. Ağızları bıçak açmıyordu. Bu düpedüz tehcirdi. Bunca yıl etle tırnak gibi yaşamışlardı. Hangisi Müslüman, hangisi gayr-i müslim bilmezlerdi. Ama bu emir, ne anlama geliyordu bu?

Babam eve geldiğinde rengi kararmıştı. Okumuş adamdı babam. Herşeyi önceden hesap ederdi. Anama:

-Ruşi, dedi. Toparlanın. Yarın şafakla birlikte yola çıkıyoruz.

Anam bir şey demedi. Zaten hiç bir zaman soru sormazdı. Babama olan güvencinden mi, yoksa korkusundan mı bilinmez, O’na karşı sorgusuz bir itaat içindeydi.

O gün gerçekten de şafak vakti yola çıktık. Anam bizi -beni ve kız kardeşim Alis’i- sıkıca giydirmişti. Babamın elinde bir tahta bavul, anamın elinde de bir bohça vardı. Zaten pek bir malımız yoktu. Oturduğumuz ev, bir kaç baş hayvan ve bir kaç bölük tarla. Bunları da o sabah kapı komşumuz Mustafa Amca’ya emanet etti. Ne o fazladan bir şey sordu, ne de babam bir şey söyledi. Sonra öyle bir kucaklaştılar ki, yeryüzü böyle samimi bir kucaklaşmayı bir daha zor görürdü.

Günlerce yürüdük. Anamla babam zaman zaman kısık sesle konuşuyorlardı. Konuşmalarından anladığım kadarıyla önce Urfa denen bir yere, ardından belki de daha uzaklara gidecektik. Oralarda bizim gibi daha pek çokları varmış. Babam oralarda yeni bir hayat kurmaktan söz ediyordu. Ne demekse?

Yollar bizim gibi insanlarla doluydu. Ama babam ısrarla anayollardan uzak duruyordu. Bir müddet sonra bazı çetelerin göç edenlere saldırdıkları haberleri geldi. Babam iyice tedirgindi artık. Geceleri mümkün olduğunca güvenli yerlerde konaklıyor, gündüzleri yol alıyorduk.

Köyden ayrılalı nerdeyse bir ay olmuştu. Bir akşamüstü uzaktan bize doğru yaklaşan üç beş silahlı adam gördük. Niyetleri hiç de iyi görünmüyordu. Babam elindeki bavulu bana verdi. Korktuğum gibi değildi. Oldukça hafifti. Bana “Cemo,” dedi, “Bu bavulu ve kız kardeşini al. Hiç durmadan yürü. Şu dağın arkasındaki köye git. Soran olursa çeteler köyümüzü bastı. Anam babam öldü dersiniz. Birileri size sahip çıkar inşallah. Kardeşin sana emanet.”

Ne yapacağımı tam anlamamış bön bön bakıyordum. Uzaktaki silahlı adamların daha bir hareketlendiğini gören babam “Çabuk, yürü” diye beni iteledi. Kardeşimin elinden tutup koşmaya başladım. O da arkamdan bana yetişmeye çalışıyordu. Bu şekilde ne kadar koştuk bilmiyorum. Bir tepeyi aşmış, uzaktan babamın sözünü ettiği köyü görmüştük ki iki el silah sesi duyduk. Bu sesle birlikte artık anne ve babamı bir daha göremeyeceğimi anlamıştım.

Köye hava kararırken girdik. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ürkek adımlarla köyün sokaklarında dolaşırken nur yüzlü bir amca yanımıza geldi. Çok yaşamış, görmüş geçirmiş, feleğin çemberinden geçmiş bir adam olduğu her halinden belliydi. Hiç bir şey sormadı. Bir eliyle benim elimden, bir eliyle de Alis’in elinden tuttu. Köyün üst başındaki bir eve doğru yürümeye başladık. Eve biraz yaklaşınca, “Hanım misafirimiz var” diye seslendi. Kendi gibi pırıl pırıl bir nine kapıdan başını uzattı. Bizi görünce yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı.

O gece günlerdir ilk defa sıcak bir çorba içtik ve bize kuş tüyü gibi gelen, içi ot dolu döşeklerde yattık. Alis hiç konuşmuyor, sürekli ürkek ürkek bakıyor, burnunu çekiyordu. Ben kendimi birden bire büyümüş, hem O’nun, hem kendimin sorumluluğunu sırtımda hissetmeye başlamıştım.

Uykuya ne zaman daldık, sabah ne zaman oldu hiç bilmedik. Gözlerimi açtığımda gün çoktan doğmuştu. Alis hâlâ uyuyordu. Babamın verdiği bavul baş ucumdaydı. Demek Mehmet Emmi getirip koymuştu.

Kalktım, giyinmek için davrandım. Elbiselerimi çıkardığım yerde benim olmayan başka elbiseler vardı. Ne yapacağım diye düşünürken Hacer Ana kapıyı açıp girdi. Uyanık olduğumu görünce,  “Kalktın mı yavrum” dedi. “Üstünüzdekileri yıkadım. Onları giyin. Torunlarımındı.” Giyindim. Bu arada Alis de uyanmış bize bakıyordu. Benden sonra o da kalktı. Giyindi. Beraberce yattığımız odadan çıktık. Mehmet Emmi yoktu. Hacer Ana bize bakır kaplar içinde süt getirdi. Üfleyerek içtik. Sütlerimiz bitmişti ki Mehmet Emmi içeri girdi. Sedirin köşesine oturdu. Hacer Ana:

-Neymiş o vaveyla? dedi.

-Uzun tarlanın orda, iki Ermeni’yi vurmuş çeteler dedi. Karı-koca imişler zahir.

“Baba!” dedim. Başkaca bir şey çıkmadı ağzımdan. Uzun uzun, ılık ılık ağladım. Alis aslında ne olduğunu anlamamıştı. Ama benim ağladığımı görünce O da benimle birlikte ağlamaya başladı. Ne Mehmet Emmi, ne de Hacer Ana tek bir kelime etmediler. Sus bile demediler. Bir ara Mehmet Emmi’nin sakalına doğru yuvarlanan bir damla yaşı saklamağa çalıştığını fark ettim.

***

Yıllar geçti gitti. Ben yirmi bir, Alis on sekiz yaşındaydı artık. Mehmet Emmi ve Hacer Ana bize kol kanat germiş bu yaşa getirmişti. Kendileri iyice yaşlanmıştı. İşlerinde bizler yardımcı oluyorduk. Bir gün bile bize yabancı gibi davranmadılar. Sadece Hacer Ana, Alis’e Elif diye sesleniyordu. “Alis zor geliyor bana” diyordu. Bir gün Urfa taraflarından birileri geldi. Oralarda Rıdvan Ağa derler biri varmış. Onun da bir oğlu. Adamlarını göndermiş. Alis’i yani Elif’i oğluna istiyormuş. Mehmet Emmi bir bana, bir Elif’e baktı. Sonra da dışarı çıktı. Elif’le benim yalnız konuşmamızı istiyordu. Elif hiç bir şey söylemedi. Bense bunun O’nun için iyi olacağını düşünüyordum. Başını sessizce öne eğdi. Kalktım. Sarıldım. Uzunca bir süre öylece kaldık. İkimiz de birbirimizin ağladığını biliyorduk. Sonunda kollarımız gevşedi. Babamın yıllar önce verdiği bavul hâlâ odamda duruyordu. Sadece bir kez açmış, içindekileri saatlerce okşamıştım. Küçük bir kese içinde bir miktar altın vardı. Bir gün lazım olur diye hiç dokunmamış kimseye de söylememiştim. Bu altınları alıp Elif’e verdim. İyice saklamasını kimseye göstermemesini sıkı sıkı tembih ettim. Aldı elbisesinin astarında gizli bir cebi vardı. Oraya koydu. Sonra odadan çıktık. Tam bu sırada bir gözü kör bir adamın camdan bize baktığını gördüm.

Bir kaç gün sonra bir düğün alayı geldi. Basit bir düğün ve nikah yapıldı. Ardından çekip gittiler. O akşam ilk defa gerçekten yalnız kaldığımı hissettim. Sabaha kadar tavandaki ağaçlara baktım durdum. Neler düşünmedim ki. Tek aklımda kalan, bir gün gidip Elif’i bulmak için kendime söz verdiğimdi.

Aradan üç ay geçmemişti ki önce Mehmet Emmi, ardından da Hacer Ana bu dünyadan göçtü. Artık kendime yalnızım bile diyemiyordum. Issızdım. Bu emanet can daha ne kadar acı çekecekti. Çocukluğum başka bir gökyüzünün altında kalmıştı. Her şeyim alınmıştı elimden ve bana sadece susmak kalmıştı.

Daha fazla o köyde duramazdım. Bir sabah, babamın emaneti olan bavulu alıp yola koyuldum. Elif’i bulmaya gidiyordum. Ama yol, iz bildiğim yoktu. Bildiğim sadece gittiği köyün adıydı. Günlerce yürüdüm. Ne açlık geliyordu aklıma, ne susuzluk. Geceleri eğer bir köye denk gelmişsem, tanrı misafiri olarak konaklıyor, olmadı bir mağarada, kaya kovuğunda yatıyordum.

Eee, sora sora Bağdat bulunur demişler. Nihayet köyü buldum. Ama keşke bulmaz olaydım. Elif’in durumu perişandı. Sanki ağaya gelin değil, çiftliğe hizmetçi gelmişti. Bir kaç kelam edecek oldum. Ama kaç para. Ağanın itleri kalabalık. Beni öldürmekten beter ettiler. Elif buna dayanamadı. Gitmem için yalvardı, “yoksa bana daha çok zulmederler” dedi. Çaresiz geri döndüm. Ama bir fırsatını bulup Elif’i oradan kurtarmaya yemin ettim.

Sonra yolum buralara düştü. Gerisini biliyorsun işte.

***

Hamo afallamıştı. Uzunca bir süre dinlediklerini kafasında tarttı. Olanı biteni anlamaya çalıştı. Demek bunca zamandır Deli Bekçi diye bildikleri Cemo, aslında tehcirden kaçan bir Ermeni’ydi. Gerçi ne fark ederdi. Deli Bekçi gene aynı Deli Bekçi’ydi. Adam gibi adamdı. Neden sonra kendine geldi.

-Peki, bu Mestan iti neden sana bulaştı. Ne ister senden, diye sordu.

-Yanındaki Kör Seyis, Urfa’da, Elif’in gittiği çiftlikte yanaşmaydı. Elif’i istemeye gelenlerin arasında O da vardı. Bavuldaki altınları Elif’e verirken bizi camdan görmüştü. Ben buraya gelip, Mestan Ağa ile ilk defa karşılaşınca yanında bu da vardı. Bana uzun uzun bakmıştı. Bir yerlerden hatırlamış ama çıkartamamıştı. Ben onu ilk gördüğümde tanıdım. Nasıl unutabilirdim ki?  Sonra bir gün ben elimde babamın emaneti bavulla Hasan Çavuş’un ahırına giderken Kör Seyis’le karşılaştık. Bakışlarından beni tanıdığını anlamıştım. Herhalde bavulda daha fazla altın sanıyordu.

Hamo, her şeyi anlıyordu. Kör Seyis, Mestan itine bundan bahsetmişti. Mestan üç kuruş için babasını bile vururdu. Nerde kaldı garip Cemo.

-Şimdi senden bir şey isteyeceğim, diye devam etti Cemo. Eğer bunu yaparsan sana hakkımı helal ediyorum. Beni haksız yere vurmuş olmanı affediyorum. Ama eğer söz vermezsen ahirette iki elim yakandadır.

Hamo:

-Söyle kardaş. Yaptığım bu hatayı affettirmek için ne istersen yaparım.

-Kör Seyis bavulda altın var sanıyordu. Aslında haksız sayılmaz. Ama altın bavulda değil. Bunu ben de yeni öğrendim. Babam bavulun bir köşesine bir mektup saklamış. Mektup Ermenice olduğundan uzun süre okutacak birini bulamadım. Sonra, buraya gelmeden önce bir Ermeni papaza okuttum. Papaz bana mektupta bir adres yazılı olduğunu söyledi. Ben de gidip tarif edilen yeri buldum. Küçük bir kutu altın buldum. Altını mezarlığın altındaki ağıla, yattığım yerin altına gömdüm. Onunla bir gün gidip Elif’i kurtaracaktım. Şimdi bana söz ver. O altınları alıp, Elif’i Urfa’daki o köyden kurtaracaksın. Yoksa hakkımı helal etmem.

-Dur hele kardaş. Ben şimdi seni bizim eve götüreceğim. Bizim avradın elinden her bir iş gelir. Sana olmadık ilaçlar yapar, iyi eder. Sonra da beraber gidip alırız Elif’i.

Hamo, uzun bir süre bekledi. Ama Cemo’dan bir cevap gelmedi. En azından “artık benden geçti” demesini bekledi. Fakat Cemo çok uzaklara gitmişti. Az sonra Hamo’nun tuttuğu eli yavaşça yere düştü. Hamo her şeyi anlamıştı. Artık çok geçti. Elif’i kurtarmalıydı.

***

Karanlık iyice çökmüş, ortalıkta canlı namına kimse kalmamıştı. Hamo, Deli Bekçi’yi omuzlayıp ahırdan çıktı. Zamanı geldiğinde her şey açığa çıkacaktı. Ancak şimdilik bunun gizli kalması lazımdı.

Cemo sırtında yarım saat kadar yürüdü. Üçtepe’de, gözlerde ırak bir mağara biliyordu. Cemo’nun cesedini  oraya gömecekti. Mağaraya fazla zorlanmadan ulaştı. Girişi eliyle koymuş gibi buldu. Ama yeri kazıp cesedi gömmesi imkansızdı. Yer, kaya gibi donmuştu. Cesedi mümkün olduğunca sakladı. Kurtların bulmaması için dua ederek çıktı.

Eve dönmeden önce Deli Bekçi’nin yattığı ağıla gitti. Aynen tarif ettiği gibi, sakladığı altınları buldu. Sonra zaten oraya çok uzak olmayan evine gitti.

***

O gün karısına hiç bir şey söylemedi. Sadece ertesi gün kasabaya gideceğini bir kaç günlük işi olduğunu söyledi. Karısı alışkındı böyle tuhaf işlerine. O yüzden bir şey demedi.

Ertesi gün Hamo gün doğmadan kalktı. Duvardan tüfeğini ve fişeklerini aldı. Sıkıca giyindi. Başını, yüzünü güzelce sardı. Çizmelerini giydi. Çizmelerinin üstüne de iki kat paçavra sardı. Ana yola kadar yürüyecek sonra da kamyon, pikap artık ne denk gelirse binecekti. Kısmetse yarın akşam Cemo’nun dediği köydeydi.

Yola çıkalı iki saat olmuştu ki uzaktan bir kamyon göründü. Yolu neredeyse ortalayarak el kaldırdı. Kamyon büyük bir gürültüyle durdu. Zaten böyle bir havada, buralarda kimse yolda bırakılmazdı. Hamo selam verip şoförün yanına oturdu. Aslında kamyonun içi fazla sıcak değildi. Her tarafından rüzgar doluyordu. Ama Hamo’yo hamam gibi gelmişti. Şoför:

-Ne tarafa hemşerim, dedi

-Valla Acıpınar’a kadar gideceğim. Gayri sen nereye kadar götürsen.

-Anan seni kadir gecesi doğurmuş herhal. Ben Beypınarı’na gidiyom. Tomruk getireceğim. Seni Acıpınar’ın sırtında atarım. Akşama işin biterse geri bile getiririm.

-Allah razı olsun kardaş. İşim ne vakit biter bilmem. Şayet biterse bulurum seni. Yok    bitmezse kısmet artık.

Hamo, ikibuçuk-üç saatlik bir yolculuktan sonra Acıpınar’ın sırtını verdiği tepenin kenarında kamyondan indi. Kamyoncu ardında bir duman bulutu bırakarak bir dönemecin ardında kayboldu. Hamo, “ha bismillah” deyip yürüdü.

Ağanın evini hiç zorlanmadan buldu. Biraz uzaktan gözlemeye başladı. Önce Elif kimdir iyice bir belledi. Sonra da beklemeye başladı. Kış ve tipi işine geliyordu. Kimse onunla ilgilenmiyordu. Zaten başı gözü sarılı olduğundan köyden biri sanıyorlardı. Bir ara Elif avlunun dışına çıktı. Fırsat bu fırsattı.

“Alis!” diye seslendi. Elif irkilmişti. Bu adı duymayalı yıllar olmuştu. Sesin geldiği yöne doğru baktı. Hamo’yu gördü. Hamo, O’na ilerdeki bir kaç söğüt ağacını göstererek oraya gelmesini işaret etti. Sonra da hızla o tarafa yürüdü. Fazla beklemedi. Az sonra Elif de gelmişti. İlk konuşan O olmuştu.

-Sen, dedi, o adı nerden biliyorsun?

-Cemo’yu bildin mi?

-Allah’ını seversen kardaş. Kulun kurbanın olayım. Nerde abim. Cemo diyen dillerine kurban olayım.

-Dur bacım, serin ol hele. Ben Cemo’nun arkadaşıyım. De ki kardaşıyım. Seni buradan aparmaya geldim. Alacak bir şeyin varsa git al, ben burada bekleyeceğim.

-Cemo’nun kardaşı benim de kardaşımdır. Alacak bir şeyim yoktur. Elverir ki üstüme soğuk için bir şeyler alayım. Yel gibi gider gelirim.

-Tetik dur bacım. Aman acele edip de işi berbat etme.

-Küşümlenme. Buradaki evde fazla kimse yok. Konaktalar. Bu karda kışta kimsenin aklına gelmem.

Çeyrek saat geçmeden Elif geldi. Hamo kamyondan indiği yere doğru hızlı adımlarla ilerliyor, Elif de onun adımlarını takip ediyordu. Bir saat sonra yeniden anayolun kenarındaydılar. Hem yürüyor, hem de yoldan bir vasıta gelir mi diye bakıyorlardı. Artık iyice üşümüşlerdi. Bu şekilde yarım saat daha yürüyecekler bir vasıtaya denk gelmezlerse Kör Pınar’ın ordan bayır aşağı vurup beş kilometre kadar ötedeki tren istasyonuna  varacaklardı. Ama çok geçmeden uzaktan bir gürültü geldi. Kömür yüklü bir MAN homurdanarak geliyordu. İkisi birden el kaldırdılar. Kamyon yirmi-yirmibeş metre ötelerinde durdu. Koştular. Önce Hamo binip şöförün yanına oturdu. Ardından da Elif de bindi ve O da kapı tarafına oturdu. Kapıyı ikinci denemesinde ancak kapatabildi. Sonra da kamyon, homurdanarak ileri atıldı.

***

Kamyondan kasabanın girişinde indiler. Hamo yine önde ve yine hızla yürüyordu. Gün battı batacaktı. Kasabanın çıkışına yakın, neredeyse ev olduğu bile belli olmayan, daha çok mağaraya benzeyen bir evin kapısını çaldılar. İçeriden önce bir ses gelmedi. Sonra da tahta kapı gürültüyle açıldı. İçeriden iri yarı bir adamın sakallı yüzü göründü. Bu saatte rahatsız edilmekten hiç hoşlanmamıştı. Ama başını kaldırıp Hamo’yu görünce geniş yüzüne bir gülümseme yayıldı “Vay kardaşlık! Ne iş bu karda kışta” diyerek boynuna sarıldı. O arada biraz geride bekleyen Elif’i gördü. Bir anda her şeyi anlamış gibi bir Hamo’ya bir Elif’e baktı. “Kalmayın soğukta” dedi. Önce Hamo’yu içeri itti. Ardından da Elif’e “İçeri geç bacım” dedi.

Aradan bir saat kadar geçmiş, hava iyiden iyiye kararmıştı. Hama, Şeyho ve Elif gürül gürül yanan bir teneke sobanın etrafında çay içiyorlardı. Hamo:

-Şeyho gurban, dedi, bildiğin gibi değil. Elif dünya ahret bacım. Hikayesi uzun. Hele bir kaç gün senin burda saklansın. Benim görülecek az bir işim var. Ondan sonra uzun uzun konuşuruz.

Şeyho şaşırmıştı.

-Nasıl yani? Dedi. Sen şimdi bunu kaçırmadın mı?

-Yok kardaş. Hikaye başka. Dedim ya, sonra anlatırım.

-Peki kardaş. Evvel Allah, canımı almadan kimse alamaz bacımı. Sen işine bak.

***

O geceyi Şeyho’nun yıkık dökük evinde geçirdiler. Ertesi gün kuşluk vakti Hamo köyüne dönmek üzere yola çıktı. Yol önce Mestan Ağa’nın konağının bulunduğu Kırkpınar köyünün yakınlarından geçiyordu. Köye uğramadan geçip gitmek niyetindeydi. Ancak köyün alt tarafındaki köprünün altında Ağa’nın adamlarından biri hayvanları suluyordu. Yolunu değiştirmek için artık çok geçti. O nedenle yoluna devam etti. Bekir uzaktan seslendi:

-O Hamo! Ağam da seni soruyordu. Dikkat et ha! Burnundan soluyor.

Hamo, sadece selam vermekle yetindi. Hızla Ağa’nın konağına vardı. Ağa, odasında gürül gürül yanan odun sobasının arkasında,  bir elinde çayı, bir elinde ağızlığı oturuyordu. Hamo içeri girip selam verdi. Ağa memnun güldü:

-Ohho! Bak kim gelmiş. Biz de Hamo nerelerde kaldı diyorduk. Gel hele gel.

Hamo, geçip Ağa’nın karşısına oturdu. Bir müddet sessizce bekledi. Ardından sıkıntılı bir şekilde:

-Ağam, dedi. Beni bağışla. Ama ben bu işi yapamayacağım. Kaç kere niyetlendim. Fırsat kolladım. Ama olmadı.

Ağa hiddetle ayağa fırladı.

-Ne diyon sen lan!? diye bağırdı. Sana kaç kere dedim bu işten geri dönüş yok diye. Sabrımı taşırma. Zaten iş uzadıkça uzadı. Sana bir hafta mühlet. Haftaya kucağında bavul buraya geldin, geldin. Gelmedin, gerisini sen bilirsin. Şimdi yıkıl karşımdan.

Hamo, bir cevap vermek için yekinmişti ki, Ağa’nın tokatı suratında patladı. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Hamo’nun güçlü parmakları Ağa’nın boğazına sarıldı. Var gücüyle bir müddet sıktı. Mestan Ağa ufacık bir ses bile çıkarmasına fırsat kalmadan ölmüştü. Hamo önce kısa bir şaşkınlık yaşadı. Sonra kendini toparladı. Hiç bir şey olmamış gibi konaktan çıktı. Hava kararmıştı. Yolda kâhya ile karşılaştı. O’na:

– Ağa dinlenmeye çekildi, dedi. Ben de malum işi bitirmeye gidiyorum.

Kâhya pis pis sırıttı.

-Hadi hayırlısı, dedi.

Hamo, hızla köyüne doğru yürüdü.

***

Ocağın başında dalmış bulunan Hamo, yanıp tükenen cigarasının parmağını yakmasıyla kendine geldi. Baş ve işaret parmağı ile tuttuğu cigarasından son bir nefes çekerek tandıra attı.

-Avrat, dedi. Başımıza eyle bir iş geldi ki, ne ben deyim ne de sen sor.

-Ben alışığım senin eşşek getmez yollarına. Gelip buraya pusmandan belliydi. De hele gine n’ettin?

-Yok karı. Bu sefer bildiğin gibi değil. Olanları düşündükçe benim de inanasım gelmiyor. Amma, aha şunları görüyon mu? Bunları elleyince inanmaktan başka çare kalmıyor.

Cebinden çıkardığı bir avuç altını karısının önüne koydu. Karısı şaşkınlık ve korku içinde:

-Aboo, bu ne herif! diye bağırdı. Adam mı soydun, gömü mü buldun?

-Vallaha karı ikisi de değil. Lakin biraz daha karışık.

Sonra, son bir kaç ayda yaşadıklarını karısına anlattı. Karısı tüm olanları şaşkınlık içinde dinledi. Ardından gayet sakin sordu:

-Eee, şimdi ne yapacağız?

***

O gece Hamo ve karısı yanlarına alabilecekleri üç-beş değerli şeyi bohçaladılar. Hamo, sabah ahırdaki iki ineği alıp kasabaya götürüp sattı. Ardından Şeyho’nun evine uğradı. Şeyho ile birlikte hem çay içtiler hem de uzun uzun konuştular. Olanı biteni bir bir anlattı. Şeyho’nun hayretten ağzı açık kalmıştı. Niyetini Şeyho’ya da anlattı. O da, “bu işin başka oluru yok deyince” rahatladı. Akşam köye dönünce şöyle bir kahveye uğradı. Tahmin ettiği gibi Deli Bekçi’nin ne zamandır ortalarda görünmemesi konuşuluyordu. Kimi “başına bir şey gelmiştir belki, bir bakmak lazım” diyor, kimi de “Deli Bekçi bu, ne yapacağı belli mi olur, yarın çıkar gelir” diye umursamıyordu. Fazla konuşmadı. Eve döndü. Aklında gidip Cemo’yu koyduğu mağaraya bir bakmak vardı. En azından bir mezar yapmak istiyordu. Ama karısı buna razı olmadı. Madem buradan gidip izlerini kaybettirmeyi göze almışlardı, bunu bir an önce yapmalıydılar. Yarın bir gün, biri çıkıp Cemo’yu bulursa ne yaparlardı?

***

O sabah erkenden Hamo, karısını ve çoçuğunu da alıp kasabaya gelmişti, diye devam  Elif Ana. Kırçıl ata karısı binmişti. Kocağında da çocukları yani baban vardı. Şeyho bize iki at daha ayarladı. Birine ben, diğerine de Hamo bindi. Günlerce yol aldık. Gittiğimiz kasabalarda fazlaca eylenmedik. İzimizi kaybettirmek için bir çok köy ve kasaba geçtik. Sonunda buraya geldik. O zamanlar burası bir kasaba kadardı. Küçük bir şehirdi. Deden, Yani Hamo, Abim Cemo’nun O’na verdiği altınların hepsini bana vermişti. Ben de bir gece O’nun yanına vardım. Dedim ki: “Kardaş, sen benim için bunca şey yaptın. Yurdunu yuvanı terk ettin. Al bunları ve burada yeni bir yuva kur.” Altınları kucağına bıraktım. Bana “Ben, dedi, yaptıklarımı ne senin için ne de altın için yaptım. Cemo’nun haksız yere kanına girdim. Belki ruhu beni bağışlar diye yaptım. Altınlar senindir, var dilediğin gibi kullan”.  DETAY

Sonra o altınlarla bu evi yaptık. Deden iş güç sahibi oldu. Babanı buralı bir kızla evlendirdi. Önce babanın, şimdi de senin işlettiğin dükkânı aldı. Sizler burada doğup büyüdünüz. Ben de burada Elif Ana olarak nam saldım. Kimse ne Alis’i bildi, ne de Cemo’yu.

***

Hayretten dilim damağım kurumuş dinliyordum. Sanki nefes bile almıyordum. Soluk resim hâlâ elimdeydi. Soracak bir şey bulamadığımdan olsa gerek “Bu resmin üstünde ne yazıyor Elif Ana” dedim damdan düşer gibi. “Yıllarca önce dedene sormuştum” dedi. “Deden çok dolaştı anlayan birini bulmak için. Sonunda birini bulmuş Sivas’ta. Okutmuş. Ancak sadece ‘Hampar ve biricik kızı Alis’ kısmını sökebilmiş” dedi.

***

Sonra sustu Elif Ana. Gözlerini kapattı. Elleri hâlâ tahta bavulunun üzerindeydi. Uzunca bir süre öylece durdu. Gözlerini güçlükçe açıp bir kez daha testiye baktı. Testiden bir bardak su daha verdim. Yine aynı şekilde tadını çıkararak içti. Bir müddet hareketsiz bekledi. Sonra da başı kollarıma düştü. Yüzüne bir mutlu gülümseme yayılmıştı.