Çocukluğumun en güzel vakitlerini nerede geçirdim diye bir sıralama yapsam, bahçemiz bu sıralamada tereddütsüz en üstlerde yer alır. Orası benim için bir bahçe olmaktan çok daha fazla bir şeydi. Sığınaktı, eğlence yeriydi, okuma salonuydu, yemek odasıydı, oyun yeriydi ve ceza yeriydi.
Evimizi yaptıktan bir yıl kadar sonra etrafını pirketle (briket) örerek “burası bizim bahçemizdir” deyip, sınırlarımızı belli ettik. Yıllarca ham toprak olarak kaldığından, bu haliyle bahçe olarak düzenlenmesi imkânsızdı. Bu nedenle önce Mahmut’un amcası Şenol Abi’yi çağırıp traktörle sürdürdük. Bir zaman böyle kaldı. Ardından bir de üzerinden “kazayağı” geçirip düzelttirdik. Daha sonra da belleyerek bahçeye benzettik. Toprak ele gelir olduğunda da esas faaliyetlere başladık. Veysel’in deyimiyle “karnın yardık kazmayınan belinen, yüzün yırttık tırnağınan elinen”.
Bir bahar günü Abimle çarşıya gittik ve Dikilitaş’taki fidancıdan aşılı meyve fidanları aldık. Bahçeye diktiğimiz ilk ağaçlar, vişne, kiraz, birkaç çeşit elma ve armuttan oluşan işte bu fidanlardı. Zamanla bu fidanlara, Keram Dede’nin kendisinin yetiştirip aşıladığı kayısı ve erik fidanları eklendi. Nereden geldiklerini bilmediğim frenk üzümleri, Ankara’dan amcamın getirdiği sarmaşıklar, komşulardan aldığımız selviler, kanada kavakları, çamlar ve ardıçlar, son olarak da yine Keram Dede’nin ırmaktan kesip getirdiği ve “bunun ömrü uzun olur, beni hatırlarsınız” diyerek diktiği iğde de yetişince, bahçemiz, içinde yüze yakın ağacı barından küçük bir koruya dönüşmüştü. Bir zamanlar suyla ilgili bir sıkıntı vardı. Bir kaç gün akmadığı olurdu. Bunun için bahçemizin ortasına küçük bir de sulama havuzu yapmıştık. Su aktığı zamanlarda bu havuzu doldurup, daha sonra buradan bahçeyi suluyorduk.
Bahçenin en güzel zamanları sabahın erken vakitleriydi. Yavaşça kapıyı açıp içeri girer, maşalalar arasında bırakılan daracık yoldan ilerlerdim. Etrafta huzurlu bir sessizlik olurdu. Bahçede yürürken kendi ayak seslerimi dinlerdim. Bazen bir seher yelinin, bazen bir sabâ, bazen de bir meltemin, ağaçlar arasında dolaşırken, her bir yaprağı şefkatle okşayıp tozunu aldığını, bahçedeki çimleri, tek-tük çiçekleri merhametli dokunuşlarla sevdiğini, gönüllerini aldığını hissederdim.
Eğer mevsim yazsa, bir serçe veya bir yusufçuk, hatta şanslıysam bir kanarya sık yapraklı elma dalları arasından şakırdı. Böyle zamanlarda bu ürkek dostu korkutmamak için hareket etmez, kendiliğinden uçup gidinceye kadar bu, dünyanın en güzel musikisini dinlerdim.
Alacakaranlık açılıp ufukta mor bulutlar belirmeye başlayınca, gökyüzündeki hareketlilik de artardı. Rüzgâr, bulutları bir yerden bir yere sürükler, serçeler, kırlangıçlar ve daha adını bilmediğim bir sürü kuş, rızıkları peşinde oradan oraya uçup dururlardı.
Bir de göçmen kuşlar olurdu. Sürüler halinde gökyüzünü bir baştan bir başa geçerlerdi. Kelimenin tam anlamıyla nazlı nazlı kanat çırpar, uçabiliyor olmanın tadını çıkararak top top bulutların arasından süzülürlerdi. Ne zaman, böyle nazlı nazlı süzülen bir kuş sürüsü görsem, ilkokul ikinci sınıftayken, sınıf öğretmenimiz İzzet Yılmaz’ın verdiği bir kitapta gördüğüm o resim, gelip gözümün önünde dururdu. Resimde, traktörle çift süren bir çiftçi vardı. Ardında ise irili ufaklı onlarca kuş yeni sürülmüş topraklar arasında traktörü takip ediyor, pulluğun toprak altından çıkardığı börtü böcek arasından rızık teminine uğraşıyorlardı. Tarlanın orasında burasında birkaç çördük, sınırlarında kuşburnu çalıları, daha yukarılarda ise alıç ağaçları göze çarpıyordu. Karşı tepenin yamacında, sararmış otların arasında göze çarpan bir yeşillik orada bir göze olduğunu söylüyordu. Aynı tepenin, ufukla birleştiği yerde, bir sürü ve çoban belli belirsiz seçiliyordu. Çoban gözeye su içmeye geliyor olmalıydı. Resim bizim oralarının bozkır yapısına öylesine uygundu ki, ressamın bizim oralardan biri olduğuna yemin edebilirdim. Böyle zamanlarda burnuma gelen nemli toprak kokusunun ise nereden geldiğine akıl sır erdiremezdim.
Bu koku mevzuu derin bir mevzudur. Üzerinde ne kadar durulsa azdır. Lakin, tıpkı insan ruhuna, insan zihnine ait diğer bütün mevzular gibi, ne kadar düşünülse de çözülmesi muhaldir.
Bazı kokular vardır ki, zihnimizin, ruhumuzun, beynimizin – artık her nereyse- bir yerlerine bir şekilde kaydedilmiştir. Koku nasıl kaydedilir demeyin. Onu ben bilmem. Ama mümkündür ve vâkidir. Zira bundan 150-200 sene evvel görüntünün kaydedileceğine ve istendiği zaman seyredileceğine de kimse inanmazdı. Ama bugün harc-ı âlem bir şey oldu.
Bazı şeyler vardır ki, zihnimizde kayıtlı bu kokuların “play” düğmesine dokunuverir. Bu “şey”, bir görüntü, bir hatıra, bir söz ya da mekan olabilir. Bir anda bir tayyi mekan, bir tayyi zaman içinde bulursunuz kendinizi ve nereden ne şekilde neşet ettiğini bilmediğiniz o koku tüm benliğinizi sarar.
İşin ilginci, isteniz de bu kokuları zihninizden silemezsiniz. Belki biraz daha derine itersiniz o kadar. Ancak vakti zamanı geldiği anda yeniden ortaya çıkacaktır.
Tıpkı Paşa Camii’nin kokusu gibi. Tıpkı taa 3-4 yaşımdayken yediğim balın kokusu gibi. Tıpkı ilkokulumuzda satılan simit ve “pasta”nın kokusu gibi. Tıpkı ezilmiş, ya da biçilmiş taze çimenin kokusu gibi. Tıpkı kasasından alıp, parmaklarım yapış yapış yediğim üzüm gibi. Ve tıpkı bebek kafası cesametinde, kıpkırmızı bir domatesi ikiye bölüp, üstüne iri taneli kaya tuzu serperek yerken aldığım koku gibi…
Neyse mevzuyu dağıtmayalım. Burnumun direği sızlamasın.
Gökyüzünün en yüksek noktalarında turnalar olurdu. Sürüde ne kadar turna olursa olsun illaki “V” şeklinde dizilerek uçarlardı. Bunu kendi aralarında oynadıkları bir oyun veya bir yarış olarak düşünürdüm. Turnalardan sonra, yüzlerce, binlerce kuştan oluşan nüfuslarıyla sığırcıklar geçerdi. Onlar daha alçak uçarlardı. Harun, bu sığırcık sürülerini gördüğünde “kuşların düğünü var, gelin almaya gidiyorlar” derdi. Kim bilir? Belki de haklıydı.
Bazen de leylekleri görürdüm. Ama leylek kısmı sürüyle uçmazdı, ya tek başlarına ya da en fazla ikili, üçlü gruplar halinde gezerlerdi engin gökyüzünde. Bu halleriyle, benim gözümde, turnalar asil, sığırcıklar tantanacı, leylekler ise kendini beğenmişti.
Ama çok severdim göçmen kuşları. Bende garip bir duygu uyandırırlardı. Yıllar sonra, kızım ilkokul ikinci sınıftayken bir şiir öğrenmişti. Geldi ve bana okumak istedi. Aslında pek havamda olmadığım halde, kırmamak için “oku” dedim. Şairini bugün bile bilmediğim[1], ama sırf büyüsünü bozmamak için araştırmadığım şu şiiri okudu:
Gittiniz hep dizi dizi,
Bıraktınız ülkemizi,
İlkbaharda gene gelin,
Unutmayın sakın bizi.
Gelmeden kış, yağmadan kar,
Gidin, gidin güzel kuşlar,
Uzak güney illerinde,
Bol yiyecek, bol güneş var.
Türkülerle gidersiniz,
Kim gösterir size yol, iz?
Ürkütmez mi kalbinizi,
Yüce dağlar, coşkun deniz?
Gökte olup sıra sıra,
Süzüldünüz ufuklara,
Göçmen kuşlar, güzel kuşlar,
Yine gelin ilkbahara!
Ne kadar duru, ne kadar duygulu bir şiirdi. Bir anda alıp beni taa çocukluğuma, bahçemizin serin sabahlarına götürmüştü. Bir kez daha oku dedim. Sevinçle tekrar okudu. Ardından bir kez daha istedim. “Çok mu güzel okudum baba?” dedi. “Evet” dedim, sonra da biraz zaman kazanmak, biraz da, hiç bir zaman anlayamayacağı açıklamalar yapmaktan kaçmak için banyoya kaçtım. Zira az sonra neden ağladığımı sormaya başlayacaktı.
Göçmen kuşları severdim, peki ya diğerleri? Yani “göçmeyen” kuşlar. Onlar bana her zaman daha vefalı ve daha “bizden” gelirdi. Kışın karlar üzerinde zıplayan serçeleri gördüğümde, aklıma bunların neden sıcak ülkelere göçmedikleri sorusu takılır kalırdı. “Acaba” derdim, “bu bir kaşıkçık bedenleri ile o uzun yollara dayanamayacaklarını bildiklerinden mi bir yere gitmiyorlar, yoksa buraları memleket belleyip, ‘üç kuruşluk soğukta insan memleketini bırakır gider mi’ diye düşündüklerinde mi?” Bu halleriyle o minicik serçeler, koca gövdeli leyleklerden ve turnalardan daha delikanlı gelirdi bana. Ama eğer sırf sıcak bir kış için uzak diyarlara gidiyor diye, göçmen kuşları bizden saymayacaksam, o vakit bizden olduğuna şüphe bulunmayan bunca türküdeki bunca turnayı, bunca sunayı ne yapacağız? Ya her yıl geri gelip, aynı evin aynı bacasına yuva yapan leylekleri hangi saik getirir ki? Belki onlar da gitmek istemiyordur. Belki onlara da çok ağır geliyordur memleketi bırakıp gitmek. Ve lâkin ne yapsınlar, serde evlâd-u ıyâl derdi vardır. Bağırlarına taş basıp giderler. Zaten biz insan olarak da benzer işler yapmıyor muyuz? Yoksa dünyanın her yerine dağılmış bunca Sivaslıyı ne ile izah etmek lazım gelir?
Bahçeye sadece sabahları girmezdim tabii. Bir de ikindi vakitlerinde güzel olurdu. Bu vakitlerde girmişsem, genelde okuma salonu olarak kullanırdım bahçeyi. Çoğunlukla toprağa, nadiren de oralarda bulunan eski bir mindere oturur, sırtımı “pirket” duvara dayar, sıkılıncaya ya da serin akşam rüzgârları çıkıncaya kadar okurdum.
Kendi keyfim dışında, bir de bahçede mecburi bulunuşlarım olurdu. Böyle zamanlarda bahçe benim mapushanem olurdu. Mesela önceden ayarladığımız bir mahalle maçı için herkes beni beklerken, bizimkiler bahçe sulamamı isterlerdi. Başka zamanlarda şevkle ve zevkle yaptığım bu iş, böyle zamanlarda tam bir işkence halini alırdı. Halbuki normal zamanlarda bahçe sulamak benim için tam bir terapi ve ödüldü.
Çarşıdaki dükkânımızda abimle beraber çalıştığımız yaz tatillerinde, bazı akşamlar abim derdi ki; “Yarın ister dükkâna git, istersen evde kal, sabah namazı kalk bahçeyi sula”. Hiç tereddütsüz, kalıp bahçe sulamayı tercih ederdim.
Bahçede sadece ağaçlar yoktu elbette. O zamanlar herkesin yaptığı gibi, biz de bahçemizi beller, üç-beş maşala bir şey ekerdik. Ektiklerimiz genelde aynı olurdu. Pancar, salatalık, fasulye, maydanoz, tere, marul, domates, biber hemen hemen her sene ekilirdi. Bunların arasına, mısır, aygün (ayçiçeği) gibi “sınır bitkileri”, bahçenin pek ayak değmeyen uzak bir köşesine de yer elması dikilirdi. Nadiren kabak, havuç veya turp ekenler de olurdu. Hatta bir sene tüm bahçeye patates ektiğimizi hatırlıyorum.
Bahçelerdeki zerzevat hafiften olgunlaşmaya başladı mı, anneleri bir telaş, bizi de bir heyecan alırdı. Zira mahallenin “veletleri” geceleri bahçelere dalıp bir şeyleri aşırmaya başlardı. Tabi o “veletler” arasında biz de bulunurduk. Arkadaşları ile birlikte bizzat kendi bahçesine girip, domates, salatalık, elma, armut aşıran pek çok arkadaşım vardı. Laf aramızda bunlardan biri de bendim.
Bu, bahçelere dalma işinin ayrı bir heyecanı vardı ve bizi bahçelere sokan saik işte bu heyecandı. Aşırılan bir kaç salatalığın, ya da elmanın hiç bir önemi yoktu. Önemli olan, gece karanlığında, bahçe duvarlarını, çitleri aşıp içeri girmek, karanlıkta aradığını bulmak ve ardından yakalanmadan tekrar kaçabilmekti. Yoksa bizim, bir gece, bir kaç arkadaşla birlikte Osman’ların bahçesine girip, asla yiyemeyeceğimiz, henüz rengi siyaha bile dönmemiş patlıcanları koparıp kaçırmamız ne ile izah edilebilirdi ki.
Bununla ilgili aklımda çok yer etmiş iki hatıram var: Bir gün, ben, evimizin önünde geziniyorken annem de bahçede dolaşıyordu. Yoldan geçen Mithat, beni görmeyerek annemin yanına gitti ve “Ali, Mıstık’la Erol’a salatıkla domates verdi” dedi. Hakikaten bir gün önce, bahçemizden kopardığım bir kaç domates ile salatalığı Hüsamettin’in Abisi Erol ile Polat Ali’nin Abisi Mustafa’ya vermiş, bir kaç tane de kendim almış bahçe duvarının kenarına oturup beraberce yemiştik. Mithat bunu nerden görmüştü ve daha da önemlisi neden anneme ispiyonlamıştı hiç anlamadım. Belki de kendisine vermediğim içindi.
Diğer hatıram ise daha heyecanlı: O yıl annemin özellikle üstüne düşerek yetiştirdiği iki ayçiçeğimiz vardı. İkisi de kocaman olmuş, çiçekleri sarıdan turuncuya dönmüş, çekirdekleri yenir hale gelmişti. Annem bir hafta on güne kadar tam olacağını ve koparacağını söylüyordu. Ama heyhat! Bir sabah annemin bahçeden gelen bağırışlarıyla uyandım. Dışarı çıktığımda bizim aygünlerin yerinde yeller esiyordu.
Zihnimde yaptığım hızlı bir taramadan sonra bu işi Polat Ali ile Mahmut’un yapmış olduğuna karar verdim. Ne de olsa birbirimizi biliyorduk. Yarım saat geçmeden aygünler Mahmut’ların evinin girişinde bir kısmı yenmiş olarak bulundu. Mahmut ve Ali ise anında elektrik birliğine doğru kirişi kırdılar. Peşlerinden de ben. Güya onları yakalamak için kovalıyordum. On-onbeş dakika onlar önde, ben arkada koştuk. Sonra hepimiz yorulduğumuzdan durduk ve akasyaların altına oturduk. Ne konuştuk hatırlamıyorum. Tek hatırladığım Mahmut’un, Polat Ali’yi göstererek “Ben buna yolmıyah dedim” şeklindeki savunmasıydı(!). Ardından el ele, kol kola pür neşe ırmağa gittik.
Bahçelere dalma ile ilgili son bir hatıramı daha zikretmezsem bu bahis eksik kalır. Dalabileceğimiz en geniş ve bol çeşitli bahçe şüphesiz Yörükoğlu Çiftliği idi. Çeşit çeşit meyve ağaçları, salatalıklar, domatesler, havuçlar ve daha pek çok zerzevat acayip ilgimizi çekerdi ve yılda bir iki kez bu çiftliği ziyaret ederdik. Bir keresinde neredeyse mahallenin tüm çocukları gündüz gözü salatalık tarlasına dalmıştık. Ganimetimiz ceplerimizde güle oynaya gelirken arkamızdan gelen nal sesleri ile irkildik. Geri dönmemizle birlikte çiftlik sahibinin oğullarından birinin, at üstünde “lan siz ne yoldunuz?!” diye bağırarak gelmekte olduğunu gördük. Tabana kuvvet kaçtık. Allah’tan mahalleye yakındık da hemen evlerimize dağıldık. Bu bize epey bir gözdağı olmuş ve uzun süre o tarafa gidememiştik.
Yıllar sonra bahçemiz iki büyük yıkım yaşadı ve bu yıkımlar aynıyla benim ruhuma da yansıdı. Birincisinde, belediye bizim oralara yeni bir imar planı uyguladı. Herkesin arsasının bir kısmını aldı. Üstelik parsellerdeki düzenleme nedeniyle, bahçemizin yarısına bir başkası gelip ev yaptı. Evet, bahçemiz yarı yarıya küçülmüştü. Aynı şekilde ağaçların yarısı da artık yoktu. Ama yine de bahçeydi.
Bir sonra ki yıkım ise daha vahimdi. Babam, kalan o bahçeye yeni bir ev yaptırdı ve bahçe ebediyyen uçup gitti.
Şimdi, eğer Sivas benim için daha az çekici geliyorsa, bunun en büyük nedenlerinden biri, çocukluğumun geçtiği ve beni bugünkü hayatıma hazırlayan o evin ve o bahçenin artık orada olmayışıdır.
Sahi bir insana doğduğu şehir neden çekici gelir?
Hayatının çok az bir kısmını bile geçirmiş olsa, geçimi kıt, hatta çok zor bile olsa, günün birinde dönüp gelip ahir ömrünü doğduğu yerlerde geçirmek arzusu hep gönlünün bir yerlerinde saklı durur insanın.
Hayatın binbir türlü dalaveresi insanı gurbet ellere savurmuş olabilir. Hatta o dalavereli hayatın hay huyu içinde insan gurbette olduğunu bile unutabilir. Aradan geçen yıllara aldanarak mesken tuttuğu gurbeti vatan sanmaya bile başlar. Değil mi ki insanız, her şeye alışırız, her şeyi öğreniz, her şeye katlanırız. Aşka da, acıya da…
Ancak ne zaman kendimizle başbaşa kalsak, gözlerimizi kapatıp beş duyumuzu içimize döndürüp halis bir tefekküre dalsak, kurduğumuz hayallerin bir ucu hep memlekete çıkar. Hep bir şeyler eksik der dururuz.
Büyük şehirlerde eksikliğini hissettiğimiz bu şey “huzur”dur. Ve belki memlekete duyulan özlemin altında bu huzur eksikliği yatmaktadır. Sanmaktayız ki memlekete döndüğümüzde yıllarca eksikliğini duyduğumuz o huzuru bulacağız. Sabahları dingin, mutlu ve huzurlu uyanacağız. Öğlen vakitlerini asude ikindiler kovalayacak. Serin yaz akşamlarını, huzurla yenmiş bir yemeğin üstüne, ince belli bir bardaktan içtiğimiz tam kıvamında demlenmiş sıcacık bir çayla ısıtacağız. Zira o memleket, çocukluğunuzu yaşadığınız yerdir ve bütün çocuklar huzurludur. Sanırsınız ki oradan ayrılırken bıraktığınız çocukluk ve o çocukluğun içinde saklı duran huzur hâlâ oralarda bir yerlerde sizi beklemektedir.
Büyük şehirlerde her şey geçiştirilir. Hiç bir şeyin tadına varılmaz, hiç bir şey hakkıyla yaşanmaz. Ne sevinç, sevinç gibidir, ne de hüzün, hüzün gibi. Her şey kanıksanmıştır. Duygusallık yoktur. Dahası duygu yoktur. Hiç bir şey gönül telinizi titretemez.
Memleketteyken saatlerce dalıp gittiğimiz, hakkında kitaplar yazabileceğimiz, içimizde duygu fırtınaları kopartan şeyler burada sıradan bile değildir. Bir kuş yuvası mesela. Yalnız bir çiçek, ya da akşam alacasını fon edinerek geçip giden bir kırlangıç sürüsü.
Bacalarda leylek yuvaları vardı. Söğütleri kargalar, evlerin saçaklarını serçeler mesken tutmuştu. Mübarek bir nesneye dokunurcasına dokunurduk bu yuvalara. Yapılışındaki mucizeyi görür hayret ederdik. Kullanılan malzeme çer çöp olsa da yuvanın sıcaklığı, yumuşaklığı bize kendi “yuva”mızı hatırlatırdı. Oturulan evler “yuva”lık makamına eremeyip, daire, villa, süit, rezidans olarak kaldığı müddetçe o huzuru çok ararız.
Evet bizi memlekete çeken biraz da bu yuva özlemidir. Memleketi memleket yapan aslında bu yuva sıcaklığıdır. Yoksa ev aynı, ağaç aynı, hava aynıdır. Orada bir yuva varsa, huzur varsa memleket sizi çekecektir. Yuvasız bir memleket, elbette memleket olmaktan çıkmaz. Ancak mütemmim bir cüzü eksik kalır.
Sivas’ta tek katlı, geniş bahçeli, planı pek de güzel olmayan kocaman bir evimiz vardı. Yıktılar. Yerine, üst üste istif edilmiş tam 6 tane daire yaptılar. Ancak benim için o tek katlı gecekondu, bu altı daireden daha kıymetliydi. Zira yıkılan sadece o gecekondu değildi. Biraz çocukluğum, biraz gençliğimdi. Biraz da bir gün dönersem burada bulayım diye sakladığım huzurumdu.
Şimdi bunların üstünde yükselen o dairler, bunları bana nasıl versin? Şimdi ben bu tonlarca betonun altında ezilmiş huzuru nasıl bulayım?
Basma perdeli bir odada okuduğum kitabın lezzetini nerde bulayım?
Off, off! Ört ki ölem…
[1] Şiir, Zeki Tunaboylu’ya attir.