Zannederdim aşkımı bir şûha bağlarsam geçer,
Yâr eliyle yâremi bir kerre dâğlarsam geçer,
Bitmiyor âh u figânım bülbül-i şeydâ gibi,
Geçmiyor gülmekle hüznüm belki ağlarsam geçer.
Ferahnâk Şarkı.[1]
Kızılırmak’la ilk tanışmamız nasıl ve ne zaman oldu tam olarak hatırlamıyorum. Kafamda buna dair iki olay var. Her ikisi de ilk olabilir. Ama aynı yaz olduğuna neredeyse eminim.
Şenol Abi bazen de Kızılırmak’ın, şimdiki adıyla Uzuntepe, o zaman bizim aramızdaki adıyla “Çırhıdık” köyüne yakın bir yerlerde bulunan kum ocağından inşaatlara kum taşırdı. Bu kum ocağını mahalleden komşumuz olan Yaşar Emmi ve oğulları işletirdi. Daha sonraları yaptığım küçük çaplı bir araştırmada, köyün esas adının “Kilhıdık” olduğunu ve bu kelimenin Ermenice olduğunu öğrendim. Sivas’ın özellikle Hafik, Zara ve Ulaş ilçeleri çevresinde pek çok Ermeni köyü bulunmaktadır. Tahminimce bu da onlardan biri imiş. Ülkemizdeki pek çok köyün, kasabanın adı gibi, bu köyün de adı değiştirilip “Uzuntepe” yapılmış.
İşte Şenol Abi’nin ırmağa kum almaya gittiği bir gün, biz de mahallenin çocukları olarak traktörün römorkuna doluşmuştuk. Sağ olsun Şenol Abi buna hiç bir zaman sesini çıkarmazdı. Yıllarca bu şekilde, bazen römorkta, bazen traktörün üzerinde nerelere gidip ne maceralar yaşamadık ki?
O gün ırmağı ilk kez gördüm. Bir dağın dibinde hiç ses çıkarmadan akıyordu. Rengi hakikaten de kıpkızıldı. Kum ocağında kepçe yoktu. Traktör uygun bir yere çekiliyor ve ocaktaki işçiler kumu küreklerle dolduruyordu.
Kum doldurulurken, ocak şefi, Şenol Abi ve bizler, ocağın hemen yanı başından başlayıp mahalleye doğru uzanan, kavak, söğüt ve iğde ağaçlarından oluşan korulukta oturmuş vakit geçiriyorduk. Birden şef “haydin uşahlar bi’ guleşin bahîym” dedi. Biz hık-mık dediysek de kaldırdılar ve eşleştirdiler. Ben, Hüsamettin’in abisi Erol’la eşleştirilmiştim. Ayağımdaki sarı çizmelerimi çıkartıp güreşe tutuştuk. Bu sarı çizmeleri babam Almanya’dan getirmişti. Rengi nedeniyle bazen bana Sarı Çizmeli Mehmet Ağa diye takılırlardı. O yaz günü ayaklarımda bu çizmelerin ne işi vardı bilmiyorum. Benden çok güçlü olan Erol Abi’ye bir kaç dakikadan fazla direnemedim. Sonra şef bize “hadi lan girin ırmağa da terinizi soğudun” dedi. Ben bu bulanık suya girmek istemeyince “bulanıh mulanıh dael, dağdan eyle gôrükûyor” dedi. Soyunup girdik. Belimize bile gelmeyen yerlerde biraz debelendik ve tekrar giyindik. Sonra da traktörle mahalleye döndük.
Irmağa diğer gidişim de doğal olarak gene mahalle grubuyla oldu. Dediğim gibi bunların hangisi ilkti, yüzde yüz emin değilim. Bu gidişimizde de onbeş-yirmi kişilik bir çocuk grubuyduk. Ailemizin asla izin vermemesine rağmen mahallenin kıdemli çocukları -ki bunlar, Hüsamettin’in Abisi Erol, Mithat’ın Abisi Mustafa, Polat Ali’nin Abisi Mustafa ve bunların arkadaşlarından oluşan bir gruptu- bizleri de ayartmışlardı. İzin istemek gibi bir saflık yapılarak, ırmağa gidileceği hakkında ailelere dolaylı bilgi vermek akla gelecek en son şeydi. Irmağa sessizce gidilirdi. Geri döndüğümüzde eğer nerede olduğumuz sorulursa yalan hazırdı: “Tarlada top oynuyorduk!”. Şimdi geri dönüp bakıyorum da aslında ailelerimiz bu yalana hiç bir zaman inanmamıştı. Ama sağ salim eve döndüğümüz için işi büyütmez, bu küçük, zararsız kaçamaklara göz yumarlardı. Biz izin istemezdik. Onlar açıkça izin vermezlerdi. Ama biz ırmağa giderdik. Onlar da buna sessiz kalırlardı. Aramızda her iki tarafın da işine gelen böyle tuhaf bir anlaşma vardı.
Çevreyolunu aşıp güle oynaya ırmağa doğru yürümeye başladık. Yol falan yoktu. Arpa ve buğday ekili tarlaların arasında, ırmağa gidip gelenlerin oluşturduğu patikayı izleyerek gidiyorduk. Etrafımız, yer yer dizlerimize kadar gelen, kimi kurumuş, kimi hâlâ yeşil otlarla, çiçeklerle çevriliydi. Ayaklarımızın altından kertenkeleler kaçışıyor, çekirgeler sıçrıyor, kelebekler çiçekten çiçeğe konuyordu. Her yönden türlü tabiat sesleri duyuluyordu. Dağ tarafından esen hafif bir rüzgârın getirdiği kekik, yavşan, yarpuz kokularını nefeslenerek ilerliyorduk. Ara sıra birbirimizle şaklaşıyor, kovalamaç oynuyor, otların arasında yuvarlanıyorduk. Birden herkes anlaşmışçasına koşmaya başladı. Kırk-elli metre sonra otlar seyreldi ve Kızılırmak göründü. Hepimiz koşmayı bıraktık ve kalan bir kaç metreyi yürüdük. Irmak bulunduğumuz yere göre biraz aşağıda, yatağına gömülmüş akıyordu.
Harika bir manzaraydı. Su bulanık değildi. Üzerine düşen öğle sonrası güneşi ile ipil ipil yanıyordu. Bazı yerlerde acı yeşil bir renk almıştı. Buraların, çevresine göre daha derin olduğu her halinden belli idi.
Üzerinde bulunduğumuz sekiye benzer yar boyunca koyu yeşil yapraklı bitkiler uzanıyordu. Bunların kökleri kimi yerde açığa çıkmıştı. Tecrübeli olanlarımız hemen bu kökleri çıkarmaya ve üstündeki topraklı kabuğu soyduktan sonra emmeye başladılar. Bu nedir dediğimizde “biyam” (meyan kökü) dediler ve bizlere de nasıl sökeceğimizi ve nasıl soyup emeceğimizi anlattılar. Bir de bunlar, “acı biyam” ve “tatlı biyam” olmak üzere iki çeşitmiş. Acı olanlar açık renk yapraklı ve daha uzun olurmuş. Bunların bir kıymeti yokmuş. Kıymetli olan, daha koyu yapraklı ve kısa boylu olan “tatlı biyam”mış. Irmağa giden her Sivaslı çocuğun mutlak bilmesi gereken bu bilgiyi de böylece öğrenmiş olduk.
Karşı kıyıda uzunca bir kumsal ve kumsalın çukur yerlerinde öbek öbek kozalaklar vardı. Kim bilir nerelerden sürüklenip gelmiş, buralara yığılmıştı. Daha ilerde bir grup iğde ağacı birbirlerine sokulmuş hafif hafif sallanıyordu. Onların hemen arkasında tane tutmaya başlamış bir buğday tarlası uzanıyordu. Tarlanın bittiği yerde ise Kardeşler Dağı’nın bir tepesi yükselmeye başlıyordu.
“Hadin, soyununsene!” sesiyle irkildim. Bu harika manzaraya dalmış gitmiştim. Çocukların neredeyse tamamı soyunmuş hatta bir kısmı ırmağa girmişti bile. Sadece ben ve Osman kalmıştık. Bize seslenen Mahmut’tu ve O da ırmağa doğru yürümeye başlamıştı.
Biz tereddütlüydük. Kendi adıma ben, daha önce bu derece büyük bir suya girmemiştim. Ama suda ilerleyip karşıya geçmeye çalışan arkadaşları görünce heveslendik. Su bellerine bile gelmiyordu. Biz de bir birimize cesaret vererek soyunduk ve suya girdik. Su içinde yürüyüşümüz bile acemiceydi. Meğer suda yürürken ayakların sudan çıkartılmaması gerekiyormuş ama biz normal bir yolda yürür gibi paldır küldür gitmeye çalıyorduk. Bir müddet sonra alıştık ve karşıya geçtik. Ama baktık ki iş burada bitmiyor. Abiler dağa çıkmaya hevesliler. Bu kadarı bizim için fazlaydı. Buna cesaret edemedik ve geri döneceğimizi söyledik. Onlar da dönün o zaman dediler.
Dediler demesine ama ortada bir sorun vardı. Biz buralara ilk kez geldiğimizden, dahası ırmağa ilk kez girdiğimizden tek başımıza ırmağı tekrar geçip eve dönmeye korkuyorduk. Hatta hafiften ağlamaya bile başlamıştık. Onlar da, bu konularda bizden daha tecrübeli olan Mahmut’u yanımıza kattılar. Karşıya Mahmut, ben ve Osman el ele tutuşarak geçtik. Uzaktan mahalle görünene kadar bizimle birlikte gelen Mahmut geri döndü. Biz de önce gizlice mahalleye, ardından da evlerimize girdik.
Ama ırmağın zehri bir kez kanımıza bulaşmıştı. Bundan sonrası gelecekti.
[1] Çarşılı Hakkı Bey